Talha Kılıç / HAKSÖZ HABER
Haksöz Okulu Youtube kanalında Gündem Konuşmaları başlığı altında, M. Ali Kaçmaz’ın yönetmenliğinde Avukat Gülden Sönmez’in konuk olduğu bir program gerçekleştirildi. Programda Türkiye'de ve dünyada yaşanan hukuki problemler ele alınırken, çıkarılması planlanan STK'ları da kapsayan denetleme yasası da konuşuldu.
Programda gündeme ilişkin şu başlıklara cevaplar arandı:
- Tutuklulara çıplak arama iddiaları?
- Dernekler üzerinde baskı yasası?
- BAE'de tutuklu M. Ali Öztürk'ün son durumu?
Moderatör Mehmet Ali Kaçmaz’ın ve izleyicilerin sorularını yanıtlayan Gülden Sönmez gündemdeki yargı reformu söylemlerine dair yapılması gerekenleri de izleyiciler ile paylaştı.
Cezaevindeki çıplak aramalarla ilgili bir iddia dolanıyor. 1-2 saat önce Cumhuriyet Başsavcılığı bununla ilgili bir soruşturma başlattı. Yalnız soruşturmayı bu iddia edilen kurumlara değil de tersinden farklı bir şekilde başlattı. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?
Sönmez: Ben de son dakika haberini gördüm. Gerçekten çıplak arama konusunu konuşmak istediğinizden emin misiniz? Çünkü bunu konuşanlara soruşturma açılmış. Şakası ciddisi hepsi gerçek. Biraz şaşkınlıkla da seyrediyoruz.
Çıplak arama konusu Türkiye’de mevzuatın bir parçası. Özlem Zengin Hanım bir avukat ve siyasetçi. ‘Böyle bir şeyin olduğuna inanmıyorum’ diye bir cümle sarf etmişti. Onun üzerine de bu tartışma alevlendi. Ben sadece durum tespitini ortaya koymak istiyorum. Çıplak arama konusu yönetmelikte geçen mevzuatın bir parçası halinde olan ve uygulanan bir konu. Bunun varlığını reddedip reddetmemekte çok lüzumsuz bir tartışma. Bunun nasıl uygulandığı, ne kadar ve ne ölçüde uygulandığı, kimlere uygulandığı mevzusunu konuşmak lazım. Öncelikle bizim sorunumuz şu: Mevzuatta bunun varlığı bizim için problem mi? İkincisi: adil suçlu ya da siyasi suçlu, terör suçlusu her ne olursa olsun çıplak aramaların bir usulü olur. Bu uluslararası standartlarda da vardır. Bu usul de bazen kişinin kendisine zarar verme açısından gerekli olabilir. Bazen kişinin başka mahfuzlara zarar verme ihtimali açısından gerekli olabilir. Bizde olan yönetmelikteki gibi kişinin önce üst giysi kısmının aranması, üst taraf giyildikten sonra alt kısmın aranması, çıplak aramada bedene dokunmak yasakken hala makul bir şüphe varsa tabip vasıtasıyla bazı detaylı aramanın yapılması gibi kurallara bağlı. Özlem Hanım’ın ‘ben böyle bir şeyi reddediyorum’ gibi kişisel beyanlarından çok daha öte tüm siyasetçilerin ve kurumların şunu demesi gerekiyor:
Bu mevzuatın kötü uygulandığına dair iddialar var. Orantısız uygulandığına dair de iddialar var. Hatta orantılı uygulansa bile bu insan mahremiyetine aykırılık açısından kalkmasının gerektiğini söyleyenler olabilir. Bu durumda yetkililere düşen şey devletin mekanizmaları var, Kamu Denetleme Kurumu var, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu var. Bunların gidip yerinde denetim yapıp, rapor hazırlaması ve ilgili saatlerdeki kamera görüntülerinin incelenip rapor yazarak kamuoyuna sunmaları gerekiyor. Aslında soruşturmayı bu konuyla ilgili haber yapanlara değil, bu denetlemeyi yapmayanlara açmak lazım.
AK Parti işkence ve sıkıntıların olduğu bir dönemden sonra gelen ve bunları yok eden bir parti. Tekrar bu tarz çirkin söylemlerle anılmak kendileri adına da kötü bir durum değil mi?
Gerçekten bu çok üzücü. İşkence ve sıkıntılarla mücadele etmiş, insanı koruyucu düzenlemeleri getirmiş bir yönetimin bunu bireysel bir beyanla geçiştirmesini açıkçası ben de şaşkınlıkla izliyorum. Hala da geç değil. Yapacakları en hızlı şey bütün iddiaları tek bir kişi bile atlamadan inceleyip, kamuoyuna bildirmeleri olmalıdır.
AK Parti hükümeti Türkiye kötü görünmesin diye bir yasa tasarısı hazırladı ve şu an gündemde. “Kitle imha silahlarının yayılması ve terörizmin finansmanının önlenmesine yönelik kanun teklifi” şeklinde yer alıyor. Türkiye bunu yapmak zorunda mı ve neden hızlı bir şekilde yapmaya çalışıyor?
Önce sisteme biraz değinmemiz gerekiyor. 11 Eylül’den sonra ABD’nin ortaya koyduğu bir terörle mücadele konsepti var. Aslında bu terörle mücadele mi, İslam’la mücadele mi çok ciddi tartışma konusu. 11 Eylül’den önce kurulmuş bir mekanizma vardı, Mali Eylem Görev Gücü (FATF) dediğimiz. Bir nevi Mali Jandarma ve bu G7 ülkeleri tarafından kurulmuş bir görev gücüdür. 11 Eylül olup da Amerika’nın terörle mücadele konsepti önleyici rolle beraber özellikle Birleşmiş Milletler eliyle tüm dünyaya bir nevi bastırılınca BM bünyesinde terörün finansmanının önlenmesi sözleşmesi şeklinde bir uluslararası sözleşmede bu mücadelede uluslararası bir hal aldı. Bu mücadele uluslararası bir hal alınca FATF terörün finansmanın önlenmesi bağlamında Mali Jandarması haline dönüştü.
Türkiye hem terörün önlenmesi sözleşmesine 2001’de taraf oldu, hem de G7’nin kurduğu ve sonra çok sayıda ülkeye açılan FATF’ı kabul etti. Amerika’nın kurduğu BM bünyesindeki uluslararası sözleşme BM Güvenlik Konseyi’ne kendi alanıyla ilgili öyle bir yetki verdi ki bu konuda Güvenlik Konseyi’nin kararı bütün BM şartına üye olan devletler açısından bağlayıcı oldu. 5’li daimi üyenin almış olduğu bu alandaki ilgili kararlar bütün ülkeler için bağlayıcı hale geldi. Bizim konuştuğumuz teklif de buradan kaynaklanıyor. ‘Beşinin birden ortaklaştığı kime terörist denir?’ sorusunu sormamız lazım. Rusya’nın, Çin’in, İngiltere’nin, Fransa’nın ve Amerikan’ın ortaklaşa terörist dediği yapı kimdir ve neye göre belirlenir? Dün terörist dediği Taliban ile bugün aynı masada oturuluyor. Konsept tamamen değişmiş durumda. Diyorlar ki; ‘Bu kararları aldık, bu kararlara binaen komisyonlar oluşturduk ve bu komisyonlar çerçevesinde listeler hazırlanıyor’. Taraf ülkelere deniliyor ki; ‘operasyon yapıyorum sen de benimle bu operasyonda ortak olacaksın’.
11 Eylül’den sonra çok sayıda kurumun, yapının kapısına kilit vurulmuştur. Biz Türkiye olarak bunun etkisini çok bilmiyoruz. Türkiye bununla çok temas etmedi ama körfez ülkelerinde operasyonlar yapıldı. Kitle imha silahlarını kim üretiyor? Terör örgütlerini kim kuruyor, kim silah veriyor, kim besliyor? Hangi terör yapısına ulaşsak ucu ya Amerika’ya çıkar, ya Rusya’ya çıkar. Yani bir şekilde Güvenlik Konseyi’ne çıkıyor.
Bu sistem şöyle bir şey de getiriyor: ‘Ben her şeyinizi kontrol ederim, siz de buna zaten tarafsınız, dediğimi de yapmak zorundasınız, benim terörist dediğime terörist demek zorundasınız, bir eylemi yapmadan önce ben önleyici bir şekilde buna müdahale edebilirim, siz de bunu kabul etmek zorundasınız. Ben sizi takip ediyorum. Eğer benim istediğim yasaları çıkarmazsanız, benim istediğim şekille bu operasyonlarda benimle iş birliği yapmazsanız bu durumda ben sizi güvenliksiz ülke (finans, yatırım vb.) ilan ederim. Ya benim sistemimin içine gireceksin ya da ekonomik olarak yaşayamayacaksın.’ Bu baskılar ve ortamlar sebebiyle Türkiye 2013 yılında terörün finansmanının önlenmesi yasasını Fetöcü vekillerin çok büyük gayretleriyle beraber geçirdi. Biz o zaman da itiraz ettik. Bu yasanın sakıncalarını ve tehlikelerini söyledik. Fakat bütün çabalarımıza rağmen Fetöcü vekillerin çok muazzam bir baskısıyla kanun geçti. İnsanlar çok fazla etkisini görmediğimizi söylüyor fakat arka planda çok fazla operasyon oldu.
Bu metnin neresinde kitle imha silahlarının yaygınlaşmasının önlenmesine yönelik madde var. Biz kendimizi kandırmayalım, kimse de bizi ahmak yerine koymasın. Bu içerikteki metin adı kitle imha silahlarının önlenmesi diye geçmekle beraber alt tarafı tamamen bir güvenlik konseyinin terörist dedikleriyle ilgili mal varlığı dondurmak, dernek yönetimlerine el koymak, faaliyetten el çektirmek, avukatlara ihbar zorunluluğu getirmek gibi sizin sivil kaldığınız alanı Amerikan Jandarmaları zaptına almak demektir.
2013’te çıkan yasanın üzerine bunu imzalayıp gönderen vekiller bunun farkında değiller mi?
Vekillerle konuştuğumuzda işin uluslararası operasyonel riskinin çok farkında olmadıklarının tespitine vardık. İnsanların yanıldığı bir nokta var. Kim kime göre terör meselesi? Adamlara göre Suriye’deki herkes terörist. Onlara göre yardım götürenler bile terörist.
Dernek, vakıf meselesinden çok daha büyük bir meselemiz var ve bu mesele sadece Türkiye’yi değil bütün ümmeti ilgilendiren bir mesele. Uluslararası yardım yapan kuruluşlar tam da bu topun ağzında olan kurumlar. 2013’te çıkan kanun zemin hazırladı. Bu kanun da bu zeminde operasyon yaptıracak.
Müslümanların bu kanunlara karşı sessizliği hakkında ne söylersiniz?
Yasaya ilişkin de büyük bir sessizlik var. Bizim ekmeğimiz suyumuz ne ise tüzel kişilerin de para hareketi ve insan hareketi de öyledir. Yaşamsal unsurlardır. Siz kendinizi uluslararası bağlamda aklayana kadar dernek ya da vakıf olarak bitiyorsunuz. Bu tehlikeyi görmüyorlar. Özellikle İslami kesimdeki STK’lar ‘bu bizimle ilgili değil’ diyorlar. Bence tam tersine AK Parti’ye yakın olan STK’lar daha büyük bir tehlike. Dernekler ve vakıfların üzerinde bu kadar duruluyor. Çünkü ABD terörün STK’lar elinden beslendiğini söylüyor.
Mehmet Ali Öztürk meselesi hakkında da konuyu yakından takip eden biri olarak sizden bilgi almak istiyoruz. Akıl almıyor. Bir iş seyahati için dünyanın iş merkezi olarak lanse edilen bir yere gidiyorsunuz ve orada birinci gün işinizi yapıyorsunuz, ikinci gün işinizi yapıyorsunuz ve üçüncü gün birileri geliyor sizi anlaşılmayan bir sebepten dolayı tutukluyorlar ve müebbet hapis cezası veriyorlar. Bunun iç yüzü nedir? Bu konuyla ilgili çalışmanız ne durumdadır?
Aslında tam da bu kanunun pratik şekli gibi. Mehmet Ali Öztürk Mersinli bir iş adamı. Gıda sektöründe çalışıyorlar. Eşiyle birlikte bir şirketleri var. Dünyanın farklı ülkelerinde gıda ticaretiyle uğraşıyorlar. Aynı zamanda M. Ali Öztürk farklı ülkelerde hassaten Suriye’de yardım faaliyetleriyle meşgul olan birisi.
2018’de gıda fuarına gittiklerinde otellerini BAE’nin istihbaratı basıyor ve elleri kelepçelenip kafalarına çuval geçirilerek eşiyle beraber alınıp götürülüyorlar. BAE’nin daha önce eğitim yaptığı bir üsse götürülüyorlar. Emine Hanım sabaha kadar hücrede tutuluyor ve sabah Türkiye’ye deporte ediliyor. Ancak M. Ali Öztürk tutulup 3,5-4 ay kendisinden hiçbir haber alınamıyor. 3,5-4 ay sonra yaşadığına dair telefon alıyor. Ancak Türkiye’de elçilik dâhil herhangi bir kurum M. Ali Bey’den haber alamıyor. M. Ali Öztürk tutulduğu günden itibaren çok ağır işkencelere maruz kalmış. İstenen şey de şu: ‘Kameraların karşısına geçeceksin ve diyeceksin ki: ‘Türkiye Suriye’ye silah yardımı yapıyor, MİT tırları meselesi bununla ilgili diyeceksin, Erdoğan IŞİD’e destek veriyor diyeceksin, ben Suriye’ye gittim çıktım bunları gördüm diyeceksin, bunu da şahit olmuş gibi söyleyeceksin ’şeklinde bir baskı yapılıyor. Bütün işkencelere rağmen M. Ali Öztürk böyle bir kaydı yapmıyor. En son FBI Amerika’da üniversite okuyan oğlunun öğrenci evini basıyorlar ve M. Ali Öztürk’ü oğluyla tehdit ediyorlar. Daha sonra onu Suriye’deki Özgür Suriye Ordusu’na un vermekle teröristlere yardımdan suçlayıp müebbet hapis cezası vereceklerini söylüyorlar. Şubat 2018’den bu yana M. Ali Öztürk BAE’de tutuluyor ve biz serbest kalması için tüm çabamızı gösteriyoruz.
Sönmez’in son sözleri şu şekildeydi: Türkiye yaptıklarını legal olarak yaptığını iddia edebilir ama uluslararası sitem bu şekilde çalışmıyor. Türkiye uluslararası sistemin ne tam içinde ne tam dışında, bu yüzden Türkiye yaptıklarına dikkat etmeli. Aksi halde tutsak bir vatandaşınızı 3 yıldır alamıyorsunuz. Türkiye pozisyonunu iyi hesap edilmiş şekilde yürütmek zorunda. Türkiye’de siyaset rüzgârı her zaman aynı yönden esmiyor.
Son olarak; Biz niyet okuması yapmıyoruz, sadece gerçekçi bir şekilde vakalarla ilgileniyoruz. Biz yaşadığımız dünyada olan bitenlere daha gerçekçi bakmalıyız. Ortadoğu'da her yer gözyaşı olmuşken "niyet" üzerine bir değerlendirme yapamayız.