AB'ye kesin taraftar olan arkadaşlarımız, AB yolunda demokratik hak ve özgürlüklerin genişleyeceğinden, bürokrasi karşısında halkın haklarının korunacağından, "yaşam kalitesi"nin yükseleceğinden söz ediyorlar. Üzerinde durmak istediğim asıl konu bu değil, fakat bunlar, asıl konuyu ilgilendiriyor.
Türkiye, Anayasa'sını, kanunlarını, ister "Kopenhag Kriterleri" ister "Ankara kriterleri" istikametinde değiştirdiği, müesseselerini bu kriterlere göre yeniden tanzim ettiği zaman, gerçekten de ileri sürülen gelişmeler yaşanacak mıdır? Müesseseleri yeniden düzenleme, kanunları değiştirme, bir sistemin değişmesi için yeterli midir? Meselâ, öncelikle halkın değişmesi gerekmiyor mu? Ayrıca, düne kadar dünyada demokrasinin şampiyonu ABD idi; ama Türkiye'deki bütün darbeler ABD marifetiyle kotarıldı. Daha geçenlerde, ordudan hem de yargı yolu kapalı olarak atılan subayların AİHM'de açtıkları 109. davanın da reddedildiği haberlere yansıdı. AB, gerçekten bir değerler topluluğu mu, yoksa Avrupa menfaatlerini koruma ve yaygınlaştırma topluluğu mu? Avrupalı veya AB üyesi olmak, 1,5-2 asırdır anladığımız gibi, sadece kanunları ve müesseseleri "Avrupalılaştırmak" demek mi? AB, sadece son yarım asrın ürünü mü yoksa Avrupa'da en az 6-7, hattâ 9-10 asırlık gelişmelerin sonucu mu? Sorular çoğaltılabilir. Bunların asıl konumuza temas eden yanı şu: Ne yazık ki, mevziî ve günü birlik düşünmekten kurtulamıyoruz. Hayatı, sistemleri, dinleri, ideolojileri, insanları değerlendirirken bütünü göremediğimiz gibi, parçaya bütünün içinde bakacağımıza bütünü parçada arıyor ve parçalara bakıp bütün hakkında hüküm veriyoruz. Bir yandan küreselleşmeden söz ediyor, diğer yandan, teknolojinin dünyayı büyük bir köye dönüştürdüğü bir zamanda hadiseleri de sanki her bir hadise diğerlerinden bağımsızmış gibi ele alıyoruz. Ayrıca, hadiselere faillerinden bağımsız bakıyor, modern sosyolojinin tesiri altında hadiseler üzerinde yoğunlaşıp, insanı hadiselerin nesnesi gibi değerlendiriyoruz. Sosyolojik ve siyasî değerlendirmelerde psikoloji yok; psikoloji, sosyolojiden mahrum. Bu sebeple de, meselâ hadiselerin öznesi olan insanların, ülkelerin, devletlerin, kurumların, kuruluşların inançlarını, dünya görüşlerini, planlarını, onları belli yönlerde harekete sevk eden faktörleri hiç hesaba katmıyor, bunları öne alarak yapılan değerlendirmelere "komplo teorisi" yaftası yapıştırıveriyoruz.
Türk halkı olarak, haklarımız, özgürlüklerimiz kadar toplum hayatını, bu hayatın fertler ve müesseseler olarak üzerimize yüklediklerini, sorumluluklarımızı öğrenmeye ve bunların şuurunda olmaya da ihtiyacımız var. Siyasetin, yönetimin ve müesseselerin bize göre şekillendiğini ve bize göre işlediğini, temelde bizi yansıttığını öğrenmeye ihtiyacımız var. Çok basit birkaç misal: Çoğu itibarıyla esnafımız alışverişlerde fiş veya fatura vermekten kaçınıyor; müşteri olarak da, fiş veya fatura almayınca yapılan birazcık indirimi lehimize zannediyoruz. Oysa, bu yolla kaçırılan verginin bütün ülkeyi, ülke ekonomisini, dolayısıyla sadece bugünkü nesiller olarak hepimizi değil, gelecek nesilleri de menfi etkilediğini, etkileyeceğini hiç hesap etmiyoruz. Ferdî haklar, maalesef ülkemizde bencilliği doğurup besliyor. Bir diğer misal olarak, üzerinde çalışılan soysal güvenlik yasasına, en çok destek vermesi gereken muhalefet de, sendikalar da karşı çıkıyor. Oysa bu yasa, hiçbir çalışanın hakkını gasbetmiyor; ama ekonomimiz için hepimizi, bugünümüzü ve yarınımızı tüketen çukurlardan birini kısmen kapatacak bir yasa olarak, orta ve uzun vadede herkesin lehine. Günübirlik ve şahsî menfaatleri öne alarak düşünmekten muhakkak kurtulmamız, şahsî menfaat veya zararlarımızın öncelikle toplum ve ülke menfaat veya zararlarında yattığını öğrenmemiz, kolay kazanma emellerinden mutlaka vazgeçmemiz, görev ve sorumluluklarımız konusunda eğitilmemiz, Avrupalı olmanın veya AB'den beklentilerimizin haklardan önce çalışmak, iş birliği, iş bölümü, dürüstlük, zamanı azamî değerlendirme, yasalara uyma, her şeyi devletten beklememe demek olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Zaman gazetesi