“Hâkimiyeti milliye” namına; İkinci Meşrutiyet

SİNAN ÖN

23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet, siyasal gelişim tarihimiz içinde önemli bir aşamadır.Temsile dayalı parlamento ve kamuoyu aracılığıyla siyaseti; müzakereye, tartışmaya, çoğulcu zemine taşınma girişimidir. 30 yıl aranın ardından tekrar ilan edilen meşrutiyet; salt bir yönetim biçimi,siyasal bir rejim değil, adeta “bir hayat tarzı ve değerler kümesi” olarak sunulmuştur.

1876 anayasasında neredeyse hiç adı anılmayan “hürriyet” kavramı 1908 Kanun-i Esasi’sinde sıkça telaffuz edilmiş, bu kavramla hükümdarı sınırlandırmak amaçlanmıştır. Bununla birlikte Jön Türklerin tam anlamıyla temsil ilkesini, yani karar alma süreçlerine halkın katılımını benimsedikleri söylenemez.

Jön Türk hareketine, 18. yy aydınlanma felsefesi ile 19. yy bilimi egemendir. Onları bir araya getiren ortak payda, “mutlak monarşi” karşıtlığıdır. Anayasacılık ise modernleşmenin ölçütüdür. 1908-1918 arası bir bütün olarak ele alınırsa “temsili sistemin” başarılı bir tecrübe olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna rağmen meşrutiyetin özellikle ilk yıllarında, yasama ve denetleme faaliyetlerinde hayli müzakereci, tartışmacı, yer yer çatışmacı, zengin içerikli bir süreç yaşanmıştır.Bu süreci siyasal rejim, insan hâk ve hürriyetleri ile değerler düzleminde incelemek mümkündür.

İkinci Meşrutiyetin ilk aylarında hızlı bir siyasallaşmasüreci yaşanmış, parlamento kamusal müzakere platformu olmuştur. Rejim, devleti şeffaflaştırma çabasına girmiş, siyaseti Yıldız Sarayı’nıntekelinden çıkarmak istemiştir. Devlet adamı Cevat Paşa: “siyaset padişahlara mahsustur” derken;Maliye Nazırı Cavit Bey’in: “Meşrutiyette dört duvar arası yoktur. Esrar idare-i müstebidenin karıdır” sözüne paralel parlamento müzakereyi, tartışmayı, sistemin işleyişi açısındangerekli şartlardan biri olarak görmüş ve meclis görüşmelerini “açıklık ilkesi” çerçevesinde gerçekleştirmek istemiştir.

Meclis faaliyeti ülkede olup biten her şeyden haberdar olup, mahremiyeti ortadan kaldıracak veya sınırlayacak kamusal bir alan olmuştur. Ancak Ayan Meclisi üyesi FuatPaşa, dış politika meselelerini avamın diline düşürmemek için bu konuların mecliste konuşulmasına karşı çıkmış, dış politikayla ilgili konuları bir üst alan olarak görmüştür. Yine İsmail Paşa: “Kahvehanelerde siyasetmüzakere edelim, demek parlamentoya ait hakları başkalarına vermektir” sözleriyle, meclis siyasetini bir tür “yüksek siyaset” olarak kabul etmiştir. Bu durum padişahtan alınarak halka verildiği söylenen siyaset yapma hakkının, belli zümrelerin elinde toplanması demektir.İkinci Meşrutiyet dönemi parlamentosu üyesi olmalarına rağmen Fuat Paşa ve İsmail Paşa gibi mebusların dahi, “halkın siyasallaşma” hakkına karşı tavrı yadırgatıcıdır.

Parlamentonun ilk aylarında meşrutiyetin meşverete dayandığı sıklıkla tekrarlanmış, açıklık ilkesi üzerinden “istişarenin" önemi vurgulanmıştır. İlk defa padişahın meclisi açış konuşmasına verilen cevapta,hükümet işlerinde müşavere ve meşrutiyetin asıl olduğu vurgulanmış, 31 Mart olayından sonra meşverete ve meşrutiyete bağlılıktekrarlanmıştır. Meşveret kavramının sadece “fikir alışverişi, danışma ve istişare” anlamları ile yetinilmemiş, dini içeriğinden yararlanılarak, meclis meşruiyetinin genişletilmesi amaçlamıştır. Bu doğrultuda, “İş hususunda onlarla müşavere et” (3/159) ayeti sürekli gündemde tutulmuş vemeşveretin; “akıl ve nakille kuvvetlendirilmiş bir kanun” olduğu söylenmiştir.

Meclis’te okunan Edime İlmiye Cemiyeti’nin çektiği destek telgrafında; Medine’de Kur’an buyruğunun uygulandığı, Hz. Muhammed’in istişare etmeden iş görmediği, meşveretin İslam milletinin hükümete karşı meşru bir hakkı, istişarenin ise Allah'ın emri olduğu vurgulanmıştır. Bu yüzden “31 Mart isyanı Meşveret Meclisi’ne bir saldırı, peygamber soyundan gelen Şerif Sadık Paşa’nın öldürülmesi yeni bir Kerbela olayıdır” iddiası öne sürülmüştür. Diyarbakır Askeri Kulübü tarafından çekilen telgrafta ise, meşvereti emreden şeriatın çiğnendiği ifade edilmiştir. Bu mesajlarda, parlamento kurumuna “şer’i dayanaklar” bulan yaklaşımın yaygın bir şekilde benimsenmiş olduğu dikkat çekmektedir.

Bu söylemlerin (istisnalar hariç) pragmatist olduğunu görmek gerekiyor. Örneğin, Abdullah Cevdet ve Ahmet Rıza gibi pozitivist ve Batıcı yazarlar, monarşi karşıtı görüşlerini uygularken İslam'dan salt bir araç olarak yararlanmışlardır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin çıkardığı dergilerin adları “Meşveret ve Şura-ı Ümmet”, Abdullah Cevdet’in çıkardığı gazetenin adının, “İçtihat” olması tesadüf değildir.

Meclis'in, meşrutiyeti dayandırdığı bir başka ilke ise Batı siyasal kültüründen devşirilmiş hâkimiyet-i milliye ilkesidir. Bu ilkeye, meşveret ilkesinden daha sık bir şekilde başvurulmuştur. Meclisin siyasal temsile ve seçime dayanan yapısını kuvvetlendirip, yetkilerini arttırmak için yapılan düzenlemeler bu demokratik egemenlik ilkesiyle desteklenmiştir. Babanzade İsmail Hakkı: “Biz milleti adeta hâkimiyet-i milliye lafzı ile doyurduk” demektedir.

1876 Kanun-i Esasi’sinde egemenliğe ilişkin böyle bir hüküm yoktur. Hatta ilk Kanun-i Esasi’nin milli egemenlik veya halk egemenliği anlayışını değil, monarşiyi benimsediği görülür. 3. madde, Osmanlı devletinin bir monarşi olduğunu, devlet başkanlığının soydan intikal edeceğini deklare eder. 1908’de ise hâkimiyet-i milliye ilkesi cemiyetin programında yer almış, seçim bildirisi bu düşüncenin uzantısı olarak hazırlanmıştır.

Mecliste kavram ilk defa Meclis Başkanlığı seçiminde Emrullah Efendi tarafından dile getirilmiştir. O, anayasa gereği meclisin doğrudan başkanını seçemeyip, sadece padişaha üçer başkan adayı ismini bildirmesini, “hâkimiyet-i milliye” ilkesine aykırı olduğunu dile getirmiştir. Abdülhamid tarafından Başkanlığa atanan Ahmet Rıza da teşekkür konuşmasında: “hâkimiyet-i milliye” ilkesinin güçlü bir şekilde yerleşmesi için hakkıyla çalışmaktan söz etmiştir.

Anayasada “güven oylaması” mekanizması benimsenmemiş olmasına rağmen Kamil Paşa Hükümeti için bir oylama yapılmış, hükümet güvenoyu almış, sonucun “hâkimiyet-i milliye namına” gerçekleştiği dile getirilmiştir. Böylece meclis ilk aylarda hükümeti denetlemeye yönelirken, sorumluluğun mecliste olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bunun içinde hâkimiyet-i milliye ilkesi kullanılmıştır. Bir süre sonra Kamil Paşa’nın, Harbiye ve Bahriye Nazırlarını azletmesi ve yerlerine başka isimleri getirmesi meclisin tepkisini çekmiş, kendisi hakkında bir istizah (gensoru) önergesi verilmiştir.

Bununla birlikte meclisin tamamının bu ilkeyi benimsediği düşünmek yanlış olur. Örneğin üyelerden Bedri Bey: “Cümlenizin malumudur ki insanlar kuvveti daima Allah’ın yardımı ile alır. Bendeniz şurada aciz bir cümle görüyorum ki ‘hâkimiyet-i milliye’ den iktisap eden kuvvet’ deniliyor. Bunun yerine Allah'ın ihsanıyla desek daha iyi olur zannederim” sözleriyle düşüncesini dile getirmiş, ancak meclis bu öneri üzerinde hiç durmamıştır.

Aynı zamanda bu ilke Mebusan Meclisi için Ayan Meclisi'ne karşı önemli bir ideolojik silah olmuştur. Çünkü Mebusan Meclisi genel oya dayalı, seçilmiş bir heyet olmasına karşılık, Ayan Meclisi atamayla gelen bir heyettir. Örneğin bütçe kanunu görüşmelerinde Mebusan Meclisi’nin yaptığı değişiklikleri Ayan Meclisi’nin geri çevirmesine, Heyet-i Ayan'ın salt hâkimiyet-i milliye ilkesine aykırı bir şekilde oluşan yapısı gerekçe gösterilerek itiraz edilmiştir. İlke, Ayan Meclisi'nin yetkilerini genişletecek her düzenleme için itiraz gerekçesi olarak kullanılmıştır. 

Bu durum muhalifler arasında da sert tartışmalara yol açmıştır. Örneğin, İstanbul mebusu Zohrap Efendi, Fransa’da anayasal rejimde yaşanan değişikliklere rağmen parlamentolu krallık rejiminin, (…) sonra Bonapart rejiminin bu ilke aracılığıyla kurulduğunu söylemiştir. Yine hukukçu Babanzade İsmail Hakkı’da, Bonapart rejiminin uygulamalarına “milleti iğfal ettiler” sözleriyle tepki göstermiştir.

Farklı etnik gruplardan oluşan imparatorluk “Osmanlılık” kimliği ile bütünleştirilmeye çalışılsa da İkinci Meşrutiyet'in her aşamasında bu konuda önemli problemler yaşanmıştır. Ayan Meclisi'nin önde gelen üyelerinden Damat Ferit Paşa, anayasa değişikliği önerisinde, hâkimiyet-i milliye ilkesinin kozmopolit bir toplumda değil “tek ulustan oluşan bir devlette uygulanabileceğini” savunmuş, ülkede siyasal birliği sağlamak için padişahın yetkilerinin arttırılmasını, Meclisin yetkilerinin sınırlandırılmasını teklif etmiştir.

Mecliste Türk olmayan muhalifler, kozmopolit toplumsal yapının devlet işleyişindeki karşılığını görme arzularını ifade ederken, hâkimiyet-i milliye ilkesine başvurmuşlardır. Örneğin, “Cemiyetler Kanunu” tasarısı tartışmalarında Ohannes Varteks Efendi, “kavmiyat ve cinsiyet esası üzerine cemiyet teşkilini” yasaklayan hükmü, hâkimiyet-i milliye ilkesine aykırı bularak eleştirir. Yine kanunların ve nizamların yayım ve ilanına dair kanun layihası görüşülürken, taşra halkının kanun ve nizamnameler hakkında bilgi sahibi olması için o dillerde tercüme yapılmasını zorunlu kılacak bir düzenlemeyi savunan, Yorgi Boşo Efendi: “Dün bütün gün burada hâkimiyet-i milliye ilkesinden bahsettik yırtındık. İşte hâkimiyet-i milliye bunu istiyor. Biz burada ne yapıyoruz? “ diyerek konunun mecliste destek görmemesine karşı tepkisini dile getirmiştir.

Meşruti rejimin insan hak ve hürriyetleri açısından tanımlanması dagüçlü bir eğilimdir. İfade hürriyeti bunlar arasında dikkat çeker. İfade hürriyeti öncelikle parlamentoda başlaması gerekirken, yasama döneminin ilk aylarında eleştiriler subaylara ilişkin olunca, Meclis Başkanı üyeleri uyarmış, engellenen üyelerin tepkisi ise: “Meşrutiyet ahkâmında söz söylemek serbesttir. Söylemezsek meşrutiyet olmaz” şeklinde olmuştur.

Özellikle gayrimüslim mebuslar meşrutiyeti haklar ve hürriyetler üzerinden tanımlamıştır. Onlar için meşrutiyetin esası: “Teminat-ı hayatiye’den başlar, basın, ifade, toplantı hürriyetine kadar uzanır.” “Meclis arabasının tekerlekleri ( ... ) matbuat, cemiyetler ve hürriyet-i şahsiyedir.” Ancak “Matbuat tekerleklerine birtakım sınırlamalar konmuş ve tekerleklerin gıcırdamasına” sebep olunmuştur.

Meşrutiyet, öncesi ve sonrasına kıyaslahaklar ve hürriyetler üzerinden sık sık tanımlanır. Halep mebusu Rıfat Bey: “Meşrutiyetin ruhu rabıta, muhabbet, itaat, geçiniş, uysallık esasına müstenittir. İstibdatın felsefesi korku, dehşet, nefret esasına müstenittir" sözleriyle bu farkı vurgularken; Zohrap Efendi: “Hükümet-i meşruta hürriyet, hükümeti mutlaka sınırlamadır. Meşrutiyet,usul-ü hürriyettir. Bu usulde hükümetin, bireylerin hürriyetini ortadan kaldırma, sınırlama yetkisi yoktur” demektedir.

Parlamentoda cariye ve kul kavramlarının kullanımının eleştirilmesi örneklerinde olduğu gibi var olan siyasal dilde sultani idare tarzı kelimeler yerine, “lisan-ı meşrutiyetin” kullanılması isteği eski rejimden dilde de uzaklaşma arzusunu göstermektedir. Selanikli bir ahalinin, resmikayıtlarda ve halk lisanında, “Kıpti ve Çingene” sıfatlarının kaldırılması hususunda dileklerini içeren telgrafı aynı anlayışa matuftur. Telgraf sahibine göre meşrutiyet “adalet ve müsavat”ı yeniden sağlamıştır, bu çerçevede Çingenelerle ilgili ayrımcılığa da son verilmelidir.

İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği dönemde Fransız İhtilali'nin hürriyet, eşitlik, (müsavat), kardeşlik (uhuvvet) değerleri, Meşruti rejimin ilk yasama döneminde sürükleyici, etkili değerlerdir. Bunlara adalet ve ittihad-ı anasır (Osmanlılık) da eklenebilir. 1908 açılış konuşmasına dönük yazılan cevapta, “Rehberimiz misbah-ı müsavat ve ittihad; maksadımız ise adl-ü haktır” denilmektedir.

İttihad-ı anasır” fikrini özellikle farklı unsurların dini günlerinegösterilen saygıda görebiliriz. İlk yıl Noel sebebiyle Genel Kurul'un toplanmamasını isteyen Rum üye Kozmidi Efendi’nin talebi ile paskalya tatili vesilesiyle gayrimüslim üyelere üç gün tatil izni verilmesini öneren Ermeni üyenin isteği uygun görülmüştür. Sonraki senelerde de Meclis Başkanı, Rum ve Ermenilere ait dini günlerde Genel Kurul çalışmalarının tehir edilmesine dönük işlemler yapmıştır. Ancak aynı Meclis Başkanı’nın mevlit kandili günü Meclisin toplanmamasına ilişkin teklifi ise reddedilmiştir.

İkinci Meşrutiyet'in gayrimüslim üyeleri, hükümete dönük eleştirilerinde meşrutiyetin sözünü etiğimiz değerlerine sıkça atıf yapmışlar, Meşrutiyetin adalet, müsavat, uhuvvet ve hürriyet ilkeleriyle ittihad-ı anasıra dayandığını ifade etmişlerdir.

1908 Parlamentosunun özellikle ilk aylarında görüşmeler oldukça müzakereci, tartışmacı bir üslupla yapılmıştır. 1876 Kanun-i Esasisi bir ferman anayasasıyken, 1908 anayasası yoğun bir siyasal katılım ve zorlamayla gerçekleşmiştir. Meşrutiyetin yeniden ilanı, anayasanın yürürlüğe konması, monarşiyi aşındıracak ve sınırlayacak sürecin resmileşmesini sağlamış, yeni bir yönetim anlayışına dönük yoğun bir beklenti de bu suretle ortaya çıkmıştır. Parlamentonun açılmasıyla 19. asırda Fransız Devrimi'nin etkisindeki Jön Türk yayınlarındaki farklı siyasal dil alenileşmiştir. Meclis çalışmaları bir bakıma bunun ne derece benimsendiğini de gösterir. Bu siyasal dilde, “hâkimiyet-i milliye” hükümdara, hükümete ve hatta bürokrasiye karşı parlamentonun üstünlüğünü vurgulayan bir ilke olmuştur.

Buna mukabil, 1908 Parlamentosunun meşrutiyetçi dilini ve güçlü tartışmacı özelliğini parlamentonun yapısında aramak gerekir. İttihad ve Terakki, seçimlerde başarılı olmak için gayrimüslim cemaatlerle adayların belirlenmesinde işbirliği yapmış, taşrada her zaman kendi ideolojisini benimsemiş kişileri aday gösterememiş, dolayısıyla meclis içinde disiplini sağlayamamıştır. Bu da tersinden olumlu bir etkiyle, aslında parlamento kurumunun doğasında olması gereken “müzakerecilik” ve “aleniyet” özelliklerini güçlendirmiştir. Mutlakıyet döneminden intikal eden gizli, kapalı siyaset yapmaya dönük mantık bir süreliğine ve bir dereceye kadar çözülmüştür. İttihad ve Terakki listelerinden seçilmiş olmalarına rağmen daha sonra azımsanmayacak sayıda saf değiştiren, bağımsız hareket eden üyenin de katkısıyla, parlamento temsili bir kuruma dönüşmüştür denilebilir.

Daha sonraki yasama dönemlerinde meclis “müzakereci” özelliğini yitirmiştir. Bunda seçim sürecinde İttihadçıların baskı kurarak sonuçları etkilemesi en büyük gerekçe olmuştur. Bu da toplumu Devlet’e taşıyan bir araç olması gereken parlamentonun temsil gücü daraltmış, İttihad ve Terakki mecliste tek parti hâkimiyetini tesis etmiştir. Dolayısıyla meşrutiyeti ilke ve değerler üzerinden açıklama geleneği azalmış, özellikle hâkimiyet-i milliye ilkesine yapılan atıflar neredeyse ortadan kalkmıştır. 1908 sonrası yasama dönemlerinde siyasal hayatta parlamentonun “müzakereciliği” ve “kamusallığı” yerini, İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin kapalı ve zorba iktidarına bırakmıştır. Sanırım bu döngü, imtihanımız olmaya devam edecek gibi duruyor.