Bazı yazılar vardır, görmezden gelinemez ama üzerinde yüksek sesle de konuşulmaz.
Vicdanların geçmekte olduğu içsel bir kavşağın üzerinde dururlar. Yeni olanın habercisidirler ama aynı zamanda yeni olanın yaratacağı tedirginliğe dokunup onu muhatap alırlar. Bu yazılar bazen tarihin kaotik söz âlemi içinde kaybolup gider, ama zihinlerde kaynağı belirsiz bir iz bırakırlar. Nitekim o iz zaman içinde belirginleşir, bir yarığa dönüşür ve zihniyet yenilenmesinin temelini oluşturur. Bazen de birileri bu yazıların eteklerine tutunurlar, onların kıymetini bilip, hak ettikleri değeri çok daha erkenden almalarını sağlarlar...
Ben de bugün bir yazının eteğine tutunacağım. Ermeni meselesinde belki de bugüne dek gördüğümüz en anlamlı duruşun sergilendiği bir yazının... Ahmet Turan Alkan 25 Nisan'da köşesinde 'Ahlak zehirlenmesi' başlıklı bir makale kaleme aldı. Konuya Vilayat-ı Sitte'de, yani Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları altı Osmanlı vilayetinde 1878 Berlin Antlaşması'na uygun olarak reform yapılması gerektiği ama bunun Batılı gözlemciler nezdinde tatminkâr bir biçimde yapılmadığı tespitiyle girmiş. Titizlik gösterip meselenin evveliyatının olduğuna, reformların Ermenilerin sorunlarını çözmekten çok uzak kaldığına, hatta reform konusunda devletin açık ve bilinçli bir isteksizliğinin bulunduğuna dikkat çekebiliriz. Ama Alkan bir tarih yazısı yazmış değil... Bilip de gözlerini kaçırdığı çıplak bir gerçeğe şimdi herkesin önünde bakma isteğini yansıtan bir ahlakî hassasiyeti seslendirmiş.
Alkan'ın makalesi her şeyden önce İslamî kesimde hemen hiç söylenmeyen bir unsurun altını çiziyor: Ermenilerin öldürülmesi sürecinin 1915 öncesinde başladığı, buna sivillerin de katıldığı ve Türklerin çaresiz ve karşı koyamayan Ermenileri öldürmüş oldukları... Diğer taraftan Osmanlı hükümetlerinin sürekli olarak bölünme ve toprak kaybetme korkusu altında ezildiğini de zikrediyor. Ne var ki nihayette yaşananları serinkanlı ve acı bir gerçeklik içinde sunmaktan çekinmiyor: "Tehcirin kapsamı, asıl tehdide göre geniş tutuldu; kısa sürede zalimane uygulandı ve hükümet, tebasından yüz binlerce insanın -en hafif tabirle- katledilmesine seyirci kaldı."
Yazının bundan sonraki bölümü, kendi içine dönen, kendini ararken arınan bir yürek ve vicdan dili sunuyor: "Bu cinayetleri biz görmedik; dedelerimiz, onların babaları gördü; şahit oldular ve bir cinayete şahit olup da olmamış gibi davranmanın ruhta meydana getirdiği çöküntüyü, bir şekilde kendilerini meseleden soyutlayıp mazur göstererek tedaviye çalıştılar... Milli endişelerle 'hakikat' arasında daha ne kadar bocalayacak, vicdanımızı inkârla daha ne kadar uyuşturacağız? Bir kolektif cinayeti gördükten sonra susmak, ahlakı zehirliyor..."
Bu namuslu, dürüst, vicdan berraklığı taşıyan yazının gücü, 'biz' diyebilmesinden kaynaklanıyor. Alkan kendisini toplumdan ayırma, kendi ailesinden örnek verme derdinde değil. Kendisini 'olduğu gibi' bu günahı işlemiş ve yaptığını göz ardı etmiş toplumun parçası olarak sunmakla kalmayıp, toplumla devlet arasında da kesin ayrımlara gitme çabası çıkarmıyor. Böylece kendi nefsiyle yüz yüze gelme isteği, onu aynı zamanda geniş toplumun ahlakî zaaflarıyla yüzleşme noktasına getiriyor. Ama bu, istenmeden gelinen bir nokta değil... Aksine Alkan herkese 'artık ben buradayım, o zihinsel ve vicdanî eşiğin ötesindeyim' demek istiyor.
Alkan'ın makalesi, doğru tutuma işaret ederek bize olması gereken normları hatırlatan, eli temiz, vicdanı temiz bir edaya sahip değil. Alkan bu edanın kibrini bilen biri... O kimsenin elinin temiz olmadığı bir dünyadan, hakikatin içinden konuşuyor. Kendini aklamanın değil, birlikte ortak namusun yeniden üretilmesinden yana bir tavır alıyor. Dolayısıyla Ermeni meselesinin bir tarih veya hukuk değil, öncelikle bir ahlak meselesi olduğunu vurguluyor... Çünkü yaşanmışlık her zaman çeşitlilik arz eder ve çoğunlukla kaotik yapıdadır. İçinden size uygun olan olayları seçebilir, öncelik sıranıza göre bir geçmiş oluşturabilirsiniz. Hukuk ise çoğunlukla güç dengelerinin yansıması olup adalete öncelik vermekten uzak kalır. Diğer bir deyişle tarih ve hukuktan toplumsal 'hakikat' çıkmaz... O hakikati ancak ahlak üzerinden arayabilirsiniz. Mutlak anlamda bulmak için değil... Bu arayışın bizatihi bir hakikat yolu olduğunu bilerek...
Ahmet Turan Alkan bizlere, yani sadece Müslümanlara veya Türklere ve Kürtlere değil, Ermenilere de bir şeyler söylüyor. Meselenin bir hesaplama tekniğini ima etmediğini, bir insanlık durumu ile karşı karşıya olduğumuzu ve namuslu davranmanın bizi daha 'insan' yapacağını hissediyoruz. Bu tutumun, örneğin özür dilenmesinden çok daha derin, anlamlı ve kıymetli olduğunu düşünüyorum. Sonuçta özür ötekinden dileniyor ve bunun gerçek anlamda vicdani bir muhakemenin sonucu olduğunun bir garantisi yok... Oysa hakikatin karşısında nasıl durduğumuz sorusu, bizi kendimizle baş başa bırakıyor ve bunu 'biz' olarak, kendini gizlemeden yaşamanın ahlakî üstünlüğünün ruh sağlığımızı geri getireceğini idrak ediyoruz...
ZAMAN