Ergenekon davasının ikinci iddianameyle birlikte “darbe girişimleri”ne odaklanması, “Ergenekon davasının esas dayanağı Tuncay Güney’dir” cambazlığını iyice açığa düşürdü. Tuncay Güney’in, darbe girişimlerinde figüran bile olmadığını, bu girişimlerin iki temel belgesinde (Darbe Günlükleri ve Mustafa Balbay Günlükleri) adının hiç geçmemesinden kolaylıkla anlayabiliriz. Zaten Güney, darbe girişimlerinin kuvveden fiile geçtiği 2002 sonrasında Türkiye’de bile değildir.
Aslına bakarsanız, “Tuncay Güney’in ifadelerinin davanın temel dayanağı” olduğuna dair iddia, Ergenekon davasının özünün “darbe girişimleri” olduğunun henüz ortaya çıkmadığı “birinci iddianame” döneminde dahi geçersizdi. Bu iddia, o zaman da yalana dayalı bir propaganda taktiğinden ibaretti.
Açın bakın: Birinci iddianamede henüz Tuncay Güney’den (yani soruşturmanın sözde “asıl dayanağı”ndan) hiç bahis yokken, savcılık, elindeki bulgularla “Ergenekon isimli terör örgütüne ulaşıldığını” söylüyor, ardından da “Konu ile alakalı olarak geçmişte herhangi bir soruşturma yapılıp yapılmadığına dair İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yazı ile sorulmasına” karar veriyor. Sonrasını biliyorsunuz...
Yani, birinci iddianame günlerinde dahi Ergenekon soruşturmasının asıl dayanağı Tuncay Güney değil Ümraniye bombaları ile Cumhuriyet Gazetesi’ne ve Danıştay’a yapılan saldırıları izleyen soruşturmada elde edilen bulgulardır. Savcı, bunlarla belirli bir sonuca ulaşmış, ardından konuyu Emniyet’e sorunca da oradan Ergenekon örgütlenmesinin temel belgeleri gelmiştir.
Al sana “asıl dayanak”
Tuncay Güney’i her gün bir televizyon kanalında izlediğimiz günlerde, onun rolü hakkında şöyle yazmıştım:
“Dikkat edin, ‘Ergenekon fasa fisodur’cuların sesi en çok Tuncay Güney konuşmaya başlayınca çıkıyor. Bu çevreler, Güney’in dengesiz ruh halinin, sahnede olmaktan mutluluk duyduğu her halinden belli kişiliğinin ve enformasyonla dezenformasyonu harmanlayıp sunma yeteneğinin ortaya çıkardığı paketin kıymetini çok iyi takdir ediyorlar ve bu imkânı sonuna kadar kullanıyorlar. Hiç şüphesiz, Ergenekon’un ‘asıl dayanağı’nın ne olduğunu onlar gayet iyi biliyorlar, fakat bütün akıllı insanlar gibi baş edemeyecekleri hakiki dayanakları değil, kendi ilan ettikleri ve kurguladıkları sözde dayanakları topa tutuyorlar.”
Geçen hafta, Güney’in 2001’deki ifadesinin işkence altında alındığına dair ciddi şüphelerin ortaya çıkmasıyla birlikte bu zevata yeniden gün doğdu. İşkence altında alınan ifadelerin geçersiz sayılması gerektiğinden hareketle ifadenin tümden geçersiz sayılması gerektiğine dair bir kampanya başlattılar. Tuncay Güney’in o ifadesindeki bilgilerin çoğunu geçtiğimiz aylarda televizyonlara verdiği “işkencesiz” söyleşilerde tekrar ettiği; keza iddianamede, o ifadeden çok “Tuncay Güney’den elde edilen dokümanlar”a başvurulduğu hususlarını belirtip geçeceğim. Hatta, konuyu, gerek Güney’in 2001’deki ifadesinin gerekse de ondan elde edilen dokümanların tümden geçersiz sayılması gerektiği varsayımını doğru kabul ederek (hatta ve hatta aynı dokümanların başka Ergenekon sanıklarından çıktığını da görmezlikten gelerek) tartışacağım.
“Tuncay Güney’in ifadeleri hukuken geçersiz, öyleyse Ergenekon iddianamesi de çöktü”cülere bir soruyla başlayalım: İddianamenin (özellikle ikincisinin) asıl iddiası olan “Türkiye’nin son yıllarındaki darbe girişimlerinin açığa çıkartılması” açısından Tuncay Güney’in 2001’deki ifadesinin (ve hatta ondan elde edilen Ergenekon belgelerinin) kıymet-i harbiyesi nedir? Ya da şöyle sorayım: Bunları Darbe Günlükleri ve Mustafa Balbay Günlükleri ile kıyasladığınızda, birincinin fazla bir önemi kalıyor mu?
Geçenlerde Oral Çalışlar, katıldığı bir televizyon mülakatında, bütün bu hengâme içinde elimizde iki sağlam belge olduğunu anlatıyordu ve bu belgeler iki günlükten başka bir şey değildi.
İkinci iddianamede, bu iki belgenin “sahih”liğine ilişkin ciddi göndermeler var, niyetiniz ciddi olsaydı, o noktalara odaklanırdınız.
Mesela iddianamede Nokta’nın yayımladığı Darbe Günlükleri’nin “Özden Örnek’in bilgisayarından çıktığının sabit olduğu” yazıyor. Bu, gerekli teknik incelemenin yapıldığının ve sonucun böyle tecelli ettiğinin ilk resmî teyidi değil mi? Peki, kaç meslektaşımız arasında bir heyecan yarattı bu teyit?
Biraz daha önceye, benim yargılandığım davaya gidelim... Davanın hâkimi, benden istediği DVD’leri “açmaya gerek yok” deyip davayı kapattığında kaç meslektaşımız bunun anlamı üzerinde durdu? Keza, beraatla sonuçlanan davanın ardından Özden Örnek’in, hakkımda açtığı tazminat davasını takip etmeyişi ve neticede davanın düşüşü kaç meslektaşımızda merak uyandırdı?
İlhan Selçuk neden gürlemedi?
Gelelim Mustafa Balbay Günlükleri’ne... Bu günlükleri ilk ortaya çıkaran yayın grubunun, bugün “Güney’in ifadesi geçersiz, öyleyse Ergenekon çöktü” lobisinin karargâhı pozisyonunda görünmesi de trajikomik bir gazeteciliğe işaret ediyor: İnsaf, o belgeler orada dururken nasıl böyle bir şey söylenir? İnsan kendi gazeteciliğine nasıl bu kadar haksızlık eder?
İkinci iddianamede, Balbay’ın günlüklerine yapılan birkaç cümlelik atıflar bile “asıl dayanak”ın ne olduğunu gösteriyor:
“Mustafa BALBAY’ın notlarında, 16 Ocak 2004 günü İlhan SELÇUK’un Şener ERUYGUR ile yaptığı görüşmede, ‘Tabii biz sizinleyiz. Siz bir bütün olarak hassassınız... Ama sizi bölünmüş göstermek isteyenler var. Bu çok önemli.’ ‘Ben çok şey yaşadım. 9-11 yaşadık. Yani öyle bir şey olmasın isterim. Bir kez daha biz yenilen tarafta olursak, hiç istemiyorum. Bundan korkuyorum’ diyerek endişelerini dile getirdiği, Şener ERUYGUR’un da ‘Korkunuzu anlıyorum, endişeniz olmasın. Ona dikkat ediyoruz’ diyerek gerekli özeni gösterdiklerini belirtmiştir.”
Biliyorsunuz, Balbay, konuyla ilgili olarak gazetelerde çıkan haberlerin “yanıltıcı” olduğunu söylemiş, montaj hilelerinden falan bahsetmişti. Şimdi, Balbay günlüklerinin iddianameye resmen girmiş olması, onu tekzip ediyor. Savcıların, mahkemede hemen açığa çıkacak böylesi bir “teknik cesaret” göstermesini sizin aklınız alıyor mu?
Bu günlüklerin sahih olduğuna dair benim başka bir kanıtım daha var: Günlüklerde alenen darbe planlamalarının içinde görünen İlhan Selçuk’un suskunluğu... Öyle ya, bunların yayımlandığı ilk gün, Selçuk’un ortaya çıkıp “Ben, Balbay da yanımdayken hiçbir komutanla bu türden konuşmalar yapmadım, dolayısıyla Balbay’ın böyle şeyler yazmış olması düşünülemez, dolayısıyla günlükler sahtedir!” diye gürlemesi elvermez miydi?
Son paragrafı meslektaşlara bir çağrıyla bağlayayım: Niyetiniz ciddi mi? Yani, Ergenekon iddianamesinin temel iddiasının (“darbe”) gerçek olup olmadığını hakikaten merak ediyor musunuz? Yoksa, derdiniz bu değil de, “nasıl ederiz de bu işi sulandırırız”ın mı peşindesiniz?
Birinci şıkkı işaret ediyorsanız Özden Örnek’e ve Mustafa Balbay’a bakacaksınız... Yok eğer ikinci şıkkı işaret ediyorsanız, o zaman tamam, doğru yoldasınız: “Tuncay Güney’in ifadesi işkence altında alındı, yani Ergenekon’un ‘asıl dayanağı’ çöktü, yani Ergenekon iddianamesi çöktü, yani darbe girişimi yok!”
---------------------
Gazeteciye saldırı: Gazeteler “objektif” takıldı!
Bizim gazeteciliğimizin yeri geldiğinde ne kadar sübjektif, ne kadar “hard” bir gazetecilik olduğunu bilmesem, arkadaşımız Rasim Ozan Kütahyalı’ya yönelik saldırıda takınılan “objektif” tutumu bir ölçüde kabul edebilirdim. Fakat biliyorum ki gazeteciliğimiz öyle değil. O zaman da mesela iki büyük gazetemizin (Hürriyet ve Sabah) kullandıkları “yazara alperen dayağı”nı yadırgıyorum haliyle. Hatta, taşıdığı, Alperen’leri memnun etme potansiyeli nedeniyle bu başlıkların “saldırgandan yana sübjektif” olduğunu bile söyleyebiliriz.
Alın mesela, üniversitelerdeki bütün kavgaları “faşist saldırı” diye veren Birgün gazetesini... Onlar da “Taraf yazarı Kütahyalı’ya saldırı” başlığını tercih etmişler. Haberin flaşı da başlığı gibi son derecede sakin: “Yazıcıoğlu’nun tartışıldığı program sonrasında olay çıktı. Taraf yazarının sözleri BBP’li bir kişiyi fena kızdırdı.”
Böyle bir gazetecilik işte... Kızdırmasaydı o da!
Gazeteciye geçmiş olsun. Gazetelere yazıklar olsun!
TARAF