Hakikate bilerek bîgâne kalmanın dayanılmaz hafifliği

Serdar Demirel

Beşer cinsi kendisine ilginç ve tehlikeli tuzaklar kurar, hem de bilerek ama bilmezden gelerek.

Yukarıda dillendirdiğim hüküm cümlesi ilk etapta çok yadırgatıcı gelebilir. Üzerinde biraz düşündükten sonra ise bana hak vereceğinize kaniyim.

İnsan nisyânla malûldür, malûm olduğu üzere. Nisyân, yani unutmak. Genellikle gayri ihtiyarî unutur insan. Bazı durumlarda da bilerek ve isteyerek tercih eder nisyânı. Unutmak onu psikolojik olarak rahatlatacaksa, o zaman seçer unutmayı.

Meselâ, çok sevdiği bir varlıktan ayrı düşen kişi, bir daha kavuşma umudu yoksa eğer, unutmayı dener. Unuttuğu nisbette acıları hafifler. Unutamazsa insan, acı ilk günkü tazeliğini korursa, hicranın varacağı yer depresyon durağıdır velhâsıl.

Bu tür unutma denemeleri başarılı olursa bir rahmettir, lâkin, unutma yoluna gitmenin her çeşidi de bir rahmet sayılmaz.

İnsanın varlık nedenini unutması, nefsine, ailesine ve toplumuna karşı sorumluluklarına bîgâne kalması, makbûl değildir elbette.

Allah’ı sevdiğini, O’na inandığını ikrar ettikten sonra teslimiyeti; retoriğe ve ibâhiyeci bir hayat tarzına engel olmayacak light bir kulluk pratiğine hasretmek bugün ne de çok müracaat edilen bir unutma girişimidir!

Light müslüman, Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı gibi tanıma çabasına bilerek girmez. Bilmenin yükümlülüğünden kaçınmak için cehâletten medet umar.

İnandığı gibi yaşamayan insan, zamanla yaşadığı gibi inanmaya başlar kuşkusuz. Bir diğer ifade ile kendisini yaşadığı gibi inanmaya alıştırır, hayat tarzını ağır ağır bir karaktere ve inanca dönüştürür.

Peki, bunu niçin yapar?

Hakikat karşısında vicdanının sesini bastırmak, inandığının tersini yaptığından günahkâr psikolojisi taşımamak için. “Gözden ırak, gönülden ırak” misâli, hakikati mümkün olduğu mertebe gözden ırak tutarak unutmanın rahatlatıcı iklimine sığınmak için.

Zekice bir davranış, ama akıllıca değil.

Zekice, çünkü insan inandığının tersine bir yaşam tarzı tercih ederse vicdanı onu rahat bırakmaz. Huzurlu olamaz çünkü. Vicdanından yükselen itiraz seslerini ancak böyle bastırabilir.

Ama akıllıca değil, zira, nihâyetinde geçici dünya zevklerini ebedî bir hayata tercih etmiştir. Bilmenin ve inanmanın bedelini ödemekten kaçarak cehâlete sığınmıştır. Akıl bunun neresinde?

Hakikat karşısında insanın kendisini sanki farkında değilmişcesine karanlıkta tutması, şeytanın şöyle bir giydirmesinin sonucudur sanırım:

“Eğer bilmezsem, Allah indinde bilmiyordum deme mazeretim olur!”

Bu kuruntu naiv görünse de prim verilir. İnsan bu vehme kendisini bilerek kaptırınca, vehim zamanla güçlenir, inanca bile dönüşür. Hakikatin nurunda değil de, cehâletin karanlığında durmanın mağfiretle sonuçlanacağı kuruntusuyla tabiî ki.

Bu umudunu insan, hakikate duyduğu sevgiyi retorik düzlemde sık ve gür bir sedayla, kutsal gün ve gecelerde biraz da bidatlarla karıştırılmış light pratiklerle besler.

Hakikate lâkayd kalmayı tercih eden müslümanın zihninin arkaplanında böylesi bir gizli bilincin olduğunu düşünüyorum.

Çünkü bilmek cesaret ister. Bilmek aynı zamanda sorumluluk yükler. Yeteri cesarete ve sorumluluk yüklenme ruhî olgunluğuna sahip olmayan kişi, sorumluluk yükünden kaçınmak ve risk almamak için, “farkında olmama rölü”nü benimser.

Nefsin ve şeytanın kurduğu bu tuzağa, genci de yaşlısı da düşer maalesef.

Hayatı öylesine malâyanî şeylerle doldurur ki insan, hakikatin peşinde koşmaya vaktinin ve mecalinin olmadığını iddia etmeye bile başlar. Sözün özü, kendisini kandırmayı tercih eder. Başarır da.

Algı dünyasını morfinlemenin bir başka yoludur bu.

Her şeyi hatırlamaya bir vakit bulur, hakikat ise bunun istisnasıdır! Fakat bilmez ki insan, Allah kendisini unutmayı tercih edenleri bilir.

“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr: 19)

Bir kişiye de Allah kendisini unutturdu muydu, maazallah, o kişi için kıyamet kopmuştur zaten.

VAKİT