Hakikat Derdi Olmayanların Huzur Evi: Yerlilik

Bir kez daha amacın meşruiyeti ile araçların meşruiyeti meselesinin Müslüman muhayyilesinde ortaya koyduğu kimliksel, ahlaki, siyasal-sosyal problemlerle karşı karşıyayız aslında yerlilik ve millilik meselesinde.

Musa Üzer'in Haksöz Dergisinin Kasım 2017 sayısında yayınlanan makalesini ilginize sunuyoruz:

Bağımsız ve statüko dışı bir çizginin temsilcisi olduğuna inanılan İslamcılığın değişik mahfiller ve unsurlar eliyle zaman zaman hizaya getirilme çabasına şahit oluyoruz. Özellikle siyasal gelişmelerin kızıştığı evrede bu duruma daha fazla rastlamak mümkün. İslamcılığın teorik hizaya getirilme çabasında ise iki unsurun öne çıktığını görmek mümkün: 1-Kökü dışarıdalık. 2-Yerlilik ve millilik. Siyasal-sosyal yerel statüko özellikle ilk dönemlerde yani 1960’larda İslamcı düşüncenin yeniden bu coğrafyada yerleşmeye başladığı süreçte “kökü dışarıda” argümanını kullandı. Laik-Kemalist sisteme bağlı medya unsurları yayın organlarında bu düşünceyi yerleştirmeye çalışarak İslamcılığın toplumsal gelişimini engellemeye çalıştılar. Kökü dışarıdalık ithamı aynı zamanda muhalifi marjinalleştirme, kitleselleştirmeyi engelleme niyeti de taşımakta.

Bu yöntemin İslam coğrafyasının değişik yerlerinde uygulandığını ve başarılı olduğunu da söylemek mümkün. Örneğin Libya toplumunda Kaddafi döneminde bu propaganda o kadar etkili olabiliyor ki İhvan-ı Müslimin gibi bir cemaate Libyalı birçok Müslüman dahi kökü dışarıda ithamıyla bakıp uzak durabiliyor.

Kökü Batıl Olanın Derinliği Nereye Uzanır?

Kökü dışarıdalık ithamını statüko sahipleri aynı zamanda kontrol ve yönlendirme niyetinin bir tezahürü olarak kullanıyorlar. Bir nevi yola, hizaya getirme çabası. Pratik, somut bir duruma işaret eden kök meselesinin teorik zemini de süreç içerisinde oluşturuluyor. Adeta birbirinin mütemmim cüzü gibi hep birlikte kullanılan “yerlilik ve millilik” teziyle de İslamcılığı mahkûm edecek teorik argüman inşa ediliyor. İslamcılığın gelişip büyüdüğü 80’lerde zayıf, utangaç bir şekilde savunulan daha çok da hor ve hakir görülen “milliyetçi kesimlerin” kullandığı bu yaklaşım 28 Şubat darbe sürecinde ciddi anlamda İslamcı mahallede kullanılmaya başlandı. O dönemlerde laik-Kemalist sisteme karşı mücadeleyi, direnişi çözen en önemli teorilerden biri olan yerlilik ve millilik mevzusu İslamcılara hitap eden yaygın organlarında savunuldu. “Bu topraklara ait olmakla” başlayan edebiyat “bize ait olmayan Seyyid Kutub, Mevdudi’nin yerine bu topraklara ait Yahya Kemal, Nurettin Topçu” övgü ve sövgü edebiyatıyla devam etti. Nitekim buna en çarpıcı iki örnek olarak İslamcı bir çevrenin yayın organı olan Değişim dergisini çıkaran Ahmet Özcan-İhsan Eliaçık’ın o dönem yazdıkları ile daha sonra da devam ettirilen Yarın ve Ülke dergileriyle, darbe döneminde İslamcılığa sövgünün tipik bir örneği olan Ahmet Kekeç’in “Yağmurdan Sonra” romanı verilebilir.

Paradoksunu Toprakta Gizleyen Yerlilik

Bazı kavramlar ve teoriler, üzerinde yeterince fıkh edilmediğinde ve tefekkür çabası olmadığında insanı yanıltan illüzyon görevi görebiliyorlar. Kavram ya da teori kendisinin o kadar “doğal, tabi, kadim, asli” olduğu imajını veriyor ki adeta insanın bu habitustan çıkışı anormallik, doğadan kaçış, yabanilik/yabancılaşma olarak algılanabiliyor. Bütün bu cendereyi sunabilme becerisi ise modernleşme denilen olgunun insanı kuşatan realitesiyle alakalı. Onun rahminde ortaya çıkan kavramlar ve teorilerin bu yönünün Müslüman zihni ve şahsiyeti de teslim alması bu bağlamda felaketin boyutunu göstermesi açısından önemli. Nitekim yerlilik ve millilik kavram ve yaklaşımı tam da bu denkleme denk düşen en çarpıcı durumu resmetmekte. Son kertede Batı’daki tecrübeler ışığında yine o ‘yerde’ ortaya çıkan yerlilik, millilik önerileri, jargon ve literatürü, edebiyatı, çözümleri, tepkileri, alternatifleri, kültürleri bir müddet sonra Batı dışı toplumlarda otantik ve biricik ambalajıyla ama çok kadim tarihli etiketiyle müşteriye sunulmakta. Ne kadar çok eski tarihli olursa o kadar makbul!

Akıl ve mantık yerine egosantrik bakışın yansıması, hakikat ve doğruluk yerine nereden olduğunun esas alındığı cahiliye tarzını bu ülke egemenlerinin de her zaman için teşvik ettiğini bütün bir tarihsel süreçte görmemiz mümkün. Statükoyu sarsmayacak ya da onu tehlikeye atmayacak teorik bilgileri geliştirme ve yaygınlaştırma çabası erk sahiplerinin de işine gelmekte.Bu duruma çarpıcı bir örnek olarak ‘misyonerlik’ tartışmalarının yoğun olarak gündeme geldiği dönem verilebilir. Askerî vesayetin, laik-Kemalist politikaların şedit haliyle uygulandığı, İslam’ın değerlerine ilişkin saldırgan politikaların her alanda gösterildiği dönemde aynı sistem sahipleri ‘insanımızın yüce dinini değiştirmeye’ gönülleri elvermemişti. Hatta Meclis’te başörtülü vekil geldi diye had bildirme siyaseti uygulayan Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Hanım misyonerlik çalışmasına olan tepkisini gerekirse ‘alyansını’ satarak engelleme çabasına harcanmasını istemişti.

Modernleşme ile başlayan siyasal-sosyal-kültürel yapıdaki çözülme bir boyutuyla arzulanan hedef iken bir başka açıdan yeniden ama ‘farklı’ olanı dizayn etme çabası olarak karşımıza çıktı. Dine ilişkin bakış açısı da kendi doğasında gelişen sürecin neticesi olarak değil yine aynı şekilde modernleşmenin siyasal-sosyal-kültürel atmosferi içerisinde belirlendi. Dolayısıyla ulus devletin ve onu referans alanların İslam’a ilişkin düşünceleri bu çerçevede şekillendi. ‘Ulus’un dini tecrübesinde İslam öncesi sürece gitmek için çok uğraşıldı lakin çok da başarılı olamadılar. 1940’ların Kemalist-milliyetçi söyleminde ise yerlilik otantik özlemin ifadesi olarak yansıyor. Nitekim folklorik unsurların keşif dönemidir bu dönem.

Yerlilik ve millilik ithamına en fazla maruz kalan solda ise bu mesele örneğin 1960’larda M.Ali Aybar’ın TİP’i tamamen yerli bir doktrin partisine getirme çabasıyla karşımıza çıkar.Kemal Tahir, Halit Refiğ, Atilla İlhan, İlhan Selçuk, Yön dergisi ulusal sol ya da bir başka deyişle yerli ve milli sol tartışmalarının öne çıkan figürleri oldular. CHP’nin Deniz Baykal’la birlikte 2000’lerin başında geçirdiği tartışmada da yine seçimi kazanmak için partinin yerli söyleme sıcak bakmasının zorunlu olduğu tespiti öne çıktı. 

Milliyetçi-Muhafazakâr Dindarların Yerliliği

Müslümanların kabul etmesi için milliyetçi-muhafazakârların geliştirdiği yerlilik düşüncesinde genel olarak; yerlilik bir farkındalık olarak, modernleşme ile ortaya çıkmıştır. Yerlilik başlangıçta reflekse dayalı bir tutum ve durumdur. Zira modernleşme ile başlayan Batılılaşma, yabancılaşma karşısında kendine sahip olacağı değerler belirleyip bunları koruma çabası yerlilik olarak da görülmüştür.Devlet ise yerliliğin temel direğidir. Hatta asli kurucu unsur olarak algılanır. Bu topraklarda gaza ve mücadeleler sonucu oluşturulan devlet ve onun meydana getirdiği ‘millet’e ait olan bütün hâsıla yerli ve milli olarak ifade edilir. Bunun son evresi ise ‘milli mücadele, istiklal savaşı, bağımsızlık ruhu, yedi düvelle savaş, Batı/Hristiyanlıkla mücadele meselesi’ gibi terkipler üzerinden ortaya konulur. Modernleşme/Batılılaşmanın coğrafyamızdaki durumu ise yerli ve milli düşünce çizgisinin dindar unsurları tarafından şiddetle karşı çıkılan boyutunu ifade etmekte. Burada yerliliğin mekân/coğrafya kadar tarih/zaman ve bağlam ile de ilgisi bulunmaktadır. Salt bir toprakta yaşıyor olmanın bir anlamı yoktur. Bunun bir süreklilik içermesi gerekmekte ve bu süreklilik olayların birbirleriyle illiyeti kadar ‘geleneğin’ varlığını ortaya çıkarmaktadır.Yerli olmayan yabancıdır, yabancılık buraya ait olmak ya da olmamakla ilgili bir durumdur.

Bu anlayışa göre, yerlilik zaman, mekân ve insan/toplum özellikleri itibariyle bütünüyle taşınması, ithali veya ihracı mümkün olmayan görüşlerin yekûnunu ifade eder. Yerlilik tarihî ve kültürel realiteyi içermektedir. Süreklilik düşüncesini yıktığı için ve gelenek olgusunda parçalanmaya yol açtığı için aynen muhafazakârlar gibi devrim düşüncesinden hoşlanmaz. Onun için geçmiş yıllarda İslamcıların devrimci söyleminden bu düşünce sahipleri her zaman rahatsız oldu. Öze dönüş ya da kaynağa dönüş gibi fikrî savunular da yerlici düşüncenin karşı çıktığı söylemler. Çünkü yerlici düşünceye göre bu söylem geleneği, birikimi, bir ruhun neticesinde oluşmuş kurumları yok saymaktır. Müslümanlığın zorunlu hallerinden olan İslamcılığın ümmet söylemine de anti-evrenselcilik bağlamında karşı çıkılmakta. Ümmetçilik adı altında bu topraklara ait olmamak, başka tecrübelerin hal çaresini buraya taşımak,ayağı yere basmamak, zamanı, insanı ve mekânı dikkate almayan bir düşünce fesadı olan evrenselcilik yapıldığını iddia ederler.

İslam Kardeşliği de Bir ‘Yer’e Kadar!

Bir ayırım ve biriciklik fırsatını veren yerlilik ve millilik kullanana bağlı olarak içlem/dışlam durumu kazanmakta. Yerli ve milli olmayanlar bazen Batıcı, laik, sol unsurlar, kişi ve kültür parçaları oluyor. Bazen ise yerli ve milli olmayanlar aynı inanç dairesi içerisinde yer almasına rağmen yine Türk olma bahtiyarlığına erişmediği için bu kemalat makamından uzak kalıyor. Bu tekfiri -hadi dışlama diyelim- yaparken de örneğin Araplarla olan farklılığa meşruiyet kazandırma gerekçesi olarak onların “Selefi” kültüre dayandığı oysa Anadolu ruhunun ise “tasavvufa” dayandığı tezi öne çıkarılır. Bu farklılık “yüzünden Kur’an-ı Kerim okuma” amelinde dahi var olduğundan, “gönül coğrafyamızdan” bizi koparacak yerliliğimiz ve milliliğimiz makbul ve muteber bir değer alanı olarak tercih sebebi oluyor iktidar sahipleri ve onun destekçileri tarafından. Yerlilik ve millilik bütün karmaşık ve eklektizmine rağmen son kertede etnosentrik ve antroposentrik bakışın hasılası bir değer ortaya çıkarmakta. Burada dominant unsur herkesten farklı, biricik, özerk, ulusal, milli olduğunu ortaya koyacak değerler alanının içerisinde yer alanlar ve dışında kalanları tespit meselesidir. Gönül coğrafyasına ilişkin yani yerlici ve millici olanların sevmediği o “ümmet” unsurlarıyla ilişki ise “mazlumların hamisi” rolüyle doldurulacaktır. Yapacak bir şey yok! “Tarih ve kültür Türklere diğer (mazlum ve mağdur) Müslümanlara liderlik yapmaktan başka bir şey vermiyor!” Sadece Allah için, takva, cihad, muttakilik, isar, diğerkâmlık, mütevazılık, ahlak, sabikun, had bilme vs. hak getire bu topraklar getirmediyse.

Yerlilik nihayetinde modern bir olgu olarak ulus/alın tecrübesini ifade etmekte. Teritoryal/toprak merkezli bu gelişmede çelişik ve çapraşık olan, özgünlük ve özgül ağırlık doğuran yerliliğe yol açan saik, modernleşme sürecinde değişim-dönüşüme inat mevcut halini ‘muhafaza’ eden tarihsel sürekliliği olan siyasal-toplumsal özelliklerin varlığıdır. Bu sentezle birlikte ortaya çıkan “biricik ulus devlet” toprakları üzerinde yerlilik ve millilik kazı çalışmaları yapılır. Bu bazen Türkiye gibi ülkelerde ulus devletin din/İslam öncesi tarihini, yerini tespit etme, keşfetme mücadelesi şeklinde ortaya çıkıyor. Bazen de AK Parti ideolojisinde olduğu gibi, Anadolu dediğimiz coğrafyanın Selçuklu ve Osmanlı eliyle, Mevlana, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli ve tasavvuf kanalıyla ruhunun şekillendirilip Çanakkale’de de yedi düvele gösterilmesi şeklinde tezahür ediyor. İkinci yerlilikte içeriği ayrı bir mesele ama temel dinamik din olarak ortaya çıkıyor. Lakin yine de bu teoride durduğu gibi durmayarak dinin değerler alanı yerine toprak ve etnosentrik değerlerin önemsenmesine yol açıyor. Örneğin Anadolu’daki Türk varlığının öyle sanıldığı gibi bin yıllık olmadığı, çok daha eskiye dayandığına dair kazı çalışmaları yapılır. Ya da bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle 2500 yıllık devlet tecrübesiyle övünülür.

Riski Olmayan Jargonu Bilinçli Tercih Sebebi

Yerlilik ve milliliğin bugün itibariyle Müslümanlara/İslamcılara dönük yüzünün asıl niyeti devletin merkezde olduğu bir bakış açısını kabul ettirmektir. Hikmet-i hükümetin teorik izahıdır. Devlet-ebet-müddet düşüncesinin otağıdır. Bu toprakların ‘ruhu’ derken aynı zamanda biz tebaaya da bu ruhu taşıyan bir ‘bedenin’ ve ‘aklın da’ olduğunu vazediyor. Ki o da yüce, kerim olan devlet-i âlidir. Artık tebaaya düşen İslamcı da olsa hadde, hududa yani ‘milli sınırlara’ riayet eden bir performans içerisinde olmaktır. Söylem ve pratiklerin ona göre ayarlanmasıdır istenen. İç politikadan dış politikaya bütün hadiselere artık devletin ‘gözüyle’ bakmaktır.

Osmanlı son döneminden itibaren yaşadığımız coğrafyada siyasal-sosyal iktidar alanlarında dindarlara ait ‘meşru, makbul, muteber ve yaygın’ hangi jargon, literatür, sözlüğün kullanıldığına baktığımızda bugün yerlilik ve millilik olarak ifade edilen hattın genelde kabul gördüğü söylenebilir. Politik kullanışlılık, kitlesel bilinirlik ve destek, statik kültür, uyum kabiliyeti, korunma ve şemsiye, risk alanı düşüklüğü gibi hususlar bilinçli kullanım nedenidir bu jargonu.

Amacımız yerlilik ve millilik düşmanlığı yapmak değildir. Derdimiz, imtihan olunduğumuz Müslümanlığın ve İslam’ın yerlilik ve millilik hattının/sınırının çok ama çok ötesinde, üstünde olduğunu ortaya koymaktır. Yerli ve milli sınırlar ile hududullahın iki farklı varoluşa, zemine ve bağlama tekabül ettiğini göstermektir. İki farklı varoluş iki farklı bilgi anlayışı, perspektif ve pratik demektir aynı zamanda. Şekilsel olarak pratikler zahirde aynı olsa da dahi örneğin sadece Allah için savaşmak ile ‘aziz vatanımız için savaşmak’ hayatı anlamlandırma noktasında esaslı farklılığa işaret eder.

Erdoğan ve AK Parti yetkililerinin uzun bir zamandan beri yerlilik ve milliliği yeni Türkiye’nin ideolojik hattı haline getirmeye çalışmasını medyadaki destekçi unsurları hemencecik savunmaya çalışıyorlar. Daha düne kadar aşağıladıkları yerlilik ve millilikle ilgili Mehmet Metiner, Melih Altınok, Haşmet Babaoğlu, Hilal Kaplan, Salih Tuna, Kurtuluş Tayiz, Markar Esayan gibilerinin bugün yazdıkları, söyledikleri ibretamiz. İktidar ya da statükonun yanında/yakınında konuşlanan yazar-çizerler için fikir ahlakı sorunları her zaman için lükstür. Belirleyici olan iktidar süreçleri olduğu için oportünist ahlak onların genel karakteridir. Milliyetçilikle hesaplaşmayı çocukluk hastalığı gibi gören İsmail Kılıçarslan gibilerinin kolaylıkla ahkâm kestiği dünyada iktidarın ‘kalın Türk İsmet Özel’ noktasına tornistan etmesinin üzerinde durmak gerek.

Bu Gidişle Andımız Geri Gelir!

Önce ulusalcı olmayan ama yerli ve milli denildi şimdi de bağımsızlıkçı ulusalcılar da yerlici ve milli denilerek Kemalist kadrolarla ittifak ve sistemin restorasyonunda kadro devşirme politikalarına hız veriliyor. Artık iktidar borazanı söz ve kalem erbabına göre zaten “Atatürk de yerli ve milli” idi. Mustafa Kemal’den Gazi’liğe oradan da Atatürk’e giden yol çok hızlı bir şekilde geçilirken bu mide bulandırıcı ilkesizliğin, oportünizmin hızının ‘memleketin’ insan kalitesini aşağı çekmede ciddi rolü olduğu şüphesiz. Geçmişte sistemin ceberut yüzünden dolayı insanların resmi ideolojinin ikonları hakkında gerçek kanaatlerini söyleyememesi durumundan çok farklı bir durum bu yaşanılanlar.

Baskı ve zorunluluk olmadan yaşadığımız cahilî sistemin tağuti otoritesine düpedüz övgüler düzülüyor. Olan bitenin adı milliyetçileşme ve devletçileşmeden başka bir şey değil.Bu arada iktidar sadece ulusalcı ideolojinin politik argümanları, hassasiyetlerini devralmıyor, en az onun kadar daha kötü olan düşük akıl ürünü argümantasyonlarını, siyasi davranışlarını da devralıyor. AK Parti iktidarının ilk yıllarında ulusalcıların kullandığı argümanları bugün iktidar kendisiyle aynı çizgide olmayan STK temsilcileri için kullanıyor.Dış güçlerin piyonu, ajanı damgası vurularak mahkûm edilmesi çabası.

Erdoğan’ın bu konudaki söylem ve tercihleri, politik arenayı bu skalaya göre tanzimi ideolojik bir değişime mi politik zorunluluğa mı işaret ediyor tartışmak gerek. En başta Erdoğan’ın içinden geldiği ‘Milli Görüş’ çizgisinde bu bağlamda eklektik unsurların evvelden beri olduğunun altını çizmek lazım. Pratikte ise iki olay Erdoğan’ın tercihlerinde belirleyici olmakta. Birincisi 15 Temmuz sonrası yapısal durumda FETÖ ile mücadelede ulusalcılarla girilen ittifak ilişkisinin teorik yansımaları. İkincisi ise başkanlık sistemiyle seçilmek için gerekli olan oya ulaşmada ulusalcı, milliyetçi toplumsal kesimlerden oy almak için gerekli ideolojik söylem ayarlamaları. Somut pratikte ise devleti yeniden dizayn etme çabasında yerlilik ve millilik Erdoğan’ın ‘gönül dünyasına’ uygun değişimi-dönüşümü sağlama imkânı vermekte. Sürecin hangi düşünce çizgisine evirileceğini ise zaman gösterecek.

Yüzde Yüz Yerli İthal

Yerliliğin otantikliği iddiası sahici değildir oysa ya da en azından tartışmalıdır. Değer ve bağlamından kopartılarak yeniden üretilen yerli olanın otantikliği ne kadar mümkün? Onu işleyerek, üzerine düşünerek, yeniden kurarak, yeniden üretimle var ediyor. Bu durum Nişantaşı’nda girişinde öküz arabası tekerleklerinin, kağnı parçalarının sergilendiği, köy evi süslemesi, eşyalarının da dekor olarak kullanıldığı cafe-işyerine teveccüh göstermeye benziyor. Ne kadar sahici ve de tabi! Marketlerde satılan organik sebze-meyvelerin sahihliği kadar doğal bir teori yerlilik. Yerli ve milli denilince akla ilk gelen ikonlardan Nurettin Topçu örneği bile konunun sentetikliğini göstermesi açısından yeterli. Bütün düşünce çizgisini Fransız hareket(aksiyon) felsefesinin kurucusu Maurice Blondel’in görüşlerinden beslenerek oluşturmuş ve bu çizgiyi Türkçeye çevirmiştir. Anadolu’daki tasavvufla ilgili esas bilgilenme kaynağı ise Louis Massignon’dur. Dolayısıyla tercüme ve sentetik hal yerlilik savunusundaki bütün unsurlar için geçerli bir durum aslında.

Hududullah, helal-haram, sevap-günah çizgisini flulaştıran hiçbir düşünce meşrulaştırılamaz. Hiçbir yerin toprağı böyle kutsiyet taşımamakta. Kundaktaki bebeği gelecekteki iktidar tehlikesini gerekçe göstererek katletmeye-istenildiği kadar zorlansın- İslam’ın cevaz vermesi mümkün değil. Salt iktidar merkezli bakanlar için çok önemli olmayan bu tür durumlar haksız yere bir kişinin katledilmesini âlemin felaketi olarak görenler açısından hayati önemi haiz meseleler.

Yerlilik ve millilik meselesiyle İslamcılara had bildirmeye kalkanlar aslında kişileri değil İslamcı düşünceyi tasfiyeye çalışıyorlar. Uykularını kaçıran, meşruiyet kaynaklarını bozan İslami düşüncenin sisteme ve yeni statükoya uygun revizyonu kendi konumlarını güçlendirme açısından da önem taşımakta.

Dönemsel olarak kullanımında farklılık yok mu yerliliğin? Yani örneğin 28 Şubat’ta yerlilik ve millilik ne anlama geliyordu; bugün ne anlama geliyor? İkisinde de temel sonuç ‘devlet adına oluşturulan statükoya’ İslami düşünceyi ve müntesiplerini biat ettirmek iken yine de mahiyet farkı var denilebilir. Dünkü statüko baskı ve ceberutluğu, Müslümanların değerlerine savaş açan siyasal-sosyal yapıyı ifade ederken bugün farklı bir durumu ifade ediyor. Devlet mekanizmasında Kutub ve Mevdudi okumuş insanların olduğu yeni bir statükodan bahsediyoruz. Başörtüsünün neredeyse bütün kamusal alanda yasaklanması çabasının verildiği yapıdan başörtülü milletvekili hatta subayın olduğu evreye geçildi. Lakin tağuti otoritenin ne demek olduğunu bilen başörtülünün güle oynaya Anıtkabir’e gittiği yeni durumla. Güç, imkan, irade, kadro, toplumsal destek vs. gibi gerekçeler, iç ve dış konjonktür gibi gerekçeler iktidar sahiplerini bazı durumlara mecbur bırakabilir. Hatta onlar ajandalarına uygun bir şekilde tedricen bazı şeyleri erteleyebilirler. Peki, diğer Müslümanlara ne oluyor? Herkes devletlû maşallah! Herkes grand tuvalet, yedi yirmi dört devletin bütün ağır işlerini çözme havasında sanırsınız!

1960 Sonrası İslamcılık Yerlilikten Sapma mı?

1960 sonrası İslamcılığını bir sapma olarak gören ve göstermeye çalışan aklı evveller iddia ettikleri düşünce çizgisine bile sadık değiller. Çünkü 60 sonrası İslamcılığının en bariz vasfı İslam’ı siyasal-sosyal hayatta yeniden egemen kılmak dolayısıyla İslam devletini kurmak. Çünkü 1920 sonrası siyasal-sosyal gerçeklik Batıcı, laik kadroların iktidarı yani yerli ve millici olanların ifadesiyle “bu topraklara ait olmayanlar” eliyle kurulu devletlerden müteşekkil. Bu bağlamıyla İslamcılık da yerliliğin doğasında olan “hatırlama” eylemidir. Lakin İslamcılık doğuşu ve dinamikleri itibariyle de diğer düşünce ve ekollerden farklıdır. Milliyetçilik, sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık, yerlilik, millicilik vs. bütün düşünce ve ekoller Batı coğrafyasında ortaya çıkarken İslamcılık bütün bir sürece tepki neticesinde neşvünema buluyor.

Yerlilik ve millilik edebiyatını ağızlarından düşürmeyenlerin İslami düşüncenin sembol şahsiyetlerinden Kutub, Mevdudi, Afgani, Abduh gibi önderlere yönelik Osmanlı düşünce, proje, ilmî birikimini örttükleri ve saptırdıkları yönündeki eleştirilerinin de doğruluk değeri bulunmuyor. Burada tam da İslam’ın tarih anlayışı ile yerlici düşüncenin tarih anlayışı arasındaki derin fark ortaya çıkıyor. Yerlilik açısından tarih, eleştirilip bir kenara bırakılmayacak kadar bugünü oluşturan ruhtur. İbret ya da kıssa durumunu aşkın ideolojik bir durumdur. Yerlici düşüncede tarih eşittir zaman değildir, kronoloji de değildir. Tarih insanın ve toplumun iradesini teslim edecek kadar canlı, dinamik ve süreklidir. Geçmiş gelecektir bu perspektifte, dolayısıyla kurucu unsurdur. Yerlilikte tarihin canlı tutulması bugünün inşasında rol verilerek bir misyon çerçevesinde etkinlik kazanıyor görünmesinin nedeni, tarihin kurucu vasfından çok tarihin politik amaç için metalaştırılmasıdır. Mühendislik ayarlamalarıyla tarihî vakalar üzerinden politik bir şekillendirme ve algı oluşturulurken olaylar da bağlamından koparılarak neden-sonuç ilişkisinden uzaklaştırılmakta.

İslami düşünceye sahip olmak için illa Türk, yerli, milli kavramlarını reddetmek mi gerekir sorusu akıllara gelebilir. Eğer bir kavram ya da düşünce ontolojik olarak Müslümanlıktan farklı tezahür ortaya çıkarıyorsa reddetmek ilkesel açıdan zorunludur. Rabbimizin kul olarak bizden istediği Müslümanlığın tezahürü karmaşık, zor ya da çetrefil değildir. Evvelinde din temelli düşünce ile başlıyor her şey, sadece Rabbimizin rızasını merkeze koyarak zaman ve mekânı anlamlandırma ile başlıyor iş. Amma zorunluluktan dolayı bazı bulanık sözleri ve pratikleri sarf edenler durumlarını tevil eden açıklamalarda bulunuyorsa illa dışlanacak diye bir durum yoktur. Lakin meşru ve makbul görülmeleri de doğru değildir.

Bugünkü yerlici ve milli dilin İslamcılığı bitirmediği, aksine zenginleştirip asli mecrasına oturttuğu iddiası siyasal-sosyal gerçekliğe ve muhatap olunan devlet tecrübesine uymadığı gibi doğru da değildir. Modern iktidar, düşünce ve siyasetleri içine çekip, kendine benzeten bir içeriğe sahip. Müslümanlık ise din temelli bir varoluştur, basit iktidar amaçlı atraksiyon hareketi değil. Bu yer’in iktidarı değildir aslolan: O’nun rızasına uygun yaşayarak ahiret ‘yurdunda’ kazananlardan olmaktır. Aynı şekilde bazı muhafazakâr ve İslamcı çevrelerde yaygın kanaat olarak yerleştirilmeye çalışılan “Yerlilik utangaç İslamcılıktır.” düşüncesinin de savunulur bir tarafı yok. Çünkü bazı ortak noktalar ve hassasiyetler olmasına rağmen iki farklı varoluşu aynı potada göstermek doğru değil. Yerlilik İslamcılığın değil olsa olsa gecikmiş milliyetçiliğin utangaç hali olabilir ancak.

İnsan, Düşünce ve Akletme Yeteneğini Yok Sayan Yerlilik

Yerlilik ve millilik arayışlarının son kertede nasıl bir kişilik, daha doğrusu Müslüman şahsiyet ortaya çıkardığını sorgulamak mecburiyetindeyiz. Ortaya çıkan hasılanın Rabbimize kulluk denkleminde nasıl bir karşılığının olduğunun muhakemesini, muhasebesini yapma zorunluluğu bütün Müslümanlar için geçerlidir. Ama kavmi, etnik, mezhebî, meşrebî, kültürel, coğrafi aidiyet ve bağlamların asıl olmadığı bilincinde olanlar açısından bu zorunluluğun şiddeti daha fazladır elbette.

Yerli düşünce açısından bir mekânın, yerin salt kendi yaşanmışlıkları bir yerlilik oluşturmaz. Dolayısıyla o mekânda bir şeylerin olup bitmesi de tek başına bir yere götüremeyecektir. Mekânın ve zamanın çevrimselliğinin toplumu ihata etmesi gerekmektedir.Yerlilik kavramsal olarak belli anlam koridorları üzerinden yorumlanıyor. Mekâna ilişkin ön kabulleri esas alarak vatan, yurt gibi kavramlara varmakta ve bunlar da siyasal bir dönüşüm sağlayıp bütün bir toplumu kuşatan ortak payda iddiasına bürünmekte. Hamasi ya da şanlı tarih söylemi üzerinden de vatan, millet, devlet, kültür ‘ortak’ temeli oluşturuluyor. Geçmişte tecrübe edilmiş veya daha o dönemde tüketilmiş fikir ve kurumların zamansal sıçramalarla yaşanılan zamana taşınma çabası ise gelenek icadı kaygısına dayanmakta aslında.

Türkiye toplumu modernleşme ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan yabancılaşmaya tepki göstermiş, kendini koruma çabasına rağmen siyasal gücün toplumu geleneğinden uzaklaştırma çabasını engelleyememiştir. Modernleşme sürecinde ortaya çıkan yabancılaşma / Batılılaşmaya bir tepki, öze dönmeyi öneren bir reflekse verilen ad olarak da tanımlanan yerlilik, toplumsal yapıda modernleşmenin istediği nitelikte bir değişimin gerçekleştiğini kabullenmekte ise zorlanmakta. Geleneğin, yerli olanın adeta bütün bir toplum tarafından aynı ölçüde sahiplenildiğini ve yaşandığını kabul eden bu yaklaşımda bütün problem bir avuç mütegallibenin, azınlığın Batılılaşma macerasına girip, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik bütün alanlarda iktidarı ele geçirmesine bağlanmakta. 1969’da Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi ya da Refah Partisi’nin ‘Milli Görüş’ fikriyatı bunu ifade etmekte idi. Hakeza AK Parti’nin iktidarıyla birlikte muhafazakâr medyada yer alan “Yerliler İktidarda!” manşetleri de bu kabulü yansıtmakta.Fakat gerek 1990’larda tartışılan gerekse de bugün iktidar ve ona bağlı medyada gündeme getirilen yerlilik ve millilik mevzusu Batılılaşma/yabancılaşma ve gelenek bağlamından çok farklı ideolojik, fikrî, durum, yapısal hale işaret etmekte.

Her toplumun kendine mahsus bir yerliliği olabildiği gibi bir devlete ait topraklarda farklı yerlilik tasavvuru ve pratiği de mümkün olabilir. Örneğin Türkiye’de yerlilik düşüncesi dediğimizde niçin Bizans, Rum tecrübesi dâhil edilmiyor? Ya da Sünnilik bağlamında tasavvuf vurgusu öne çıkarılmakta oysa Türkmenlik-Alevilik ilişkisi ve bunun tarihsel süreçteki yansımaları görülmek istenmemekte. Bugün Türkiye’deki yerlilik tartışmalarının Selçuklu ve Osmanlı uygulamalarına yönelmesi, buralardan kendisine referanslar araması, bu coğrafyanın kendi birikimini öne alması yerliliğin bu topluma özgü halleri ile ilgili öznel/sübjektif durumudur. Nesnel yerlilikten bahsedilecekse eğer yerlilik kavramının zaman ve mekân bağlamında bir toplulukla nasıl ortaya çıkabileceği üzerinde düşünmek, buradan genel bir belirleme yapmaya girişmek gerekiyor.

“Türkiye’deki yerliliğin” gelişim ve refleksinin biricik ve özgünlüğü iddiası dolayısıyla tartışmalıdır. Coğrafi konuma aşırı önem atfetmedir bu durum. Siyasi, sosyal, kültürel ekonomik açıdan birçok kesişme başka coğrafyalarda yaşanmıştır. Güçlü devlet tecrübeleri, kurum pratikleriyle başka diyarlarda da karşılaşılıyor ve hakeza bunların sert bir şekilde kırılması, parçalanması ve yok olmasıyla da.Coğrafyaların ve zamanların çatışması ve çakışması teorik ve pratik olarak mümkündür ancak farklı coğrafyalar ve zamanlarla kurulan ilişki üstünlük kavramı üzerinden değil, tecrübe üzerinden okunmalıdır. Müslüman açısından bu coğrafyada yaşamış bir ismin başka coğrafyada yaşamış isimlere karşı doğal üstünlük taşıdığı düşüncesi sorunludur, travmatiktir. Zamanı ve coğrafyayı yeniden kurgularken, bunlara ilişkin perspektif de yeniden kodlanmakta.

Bugün yerlilik ve millilik söyleminin adeta İslamcılık gibi köklü değişim talebi olan ideolojilerin üstünde meşruiyeti olan bir hava ile sunuluyor olması sırtını egemenlere yaslamaktan, cahilî sistemin meşruiyet kanallarına dayanmaktan kaynaklanıyor. Daha bir kendine özgüveni gelmiş, eziklikten kurtulmuş, ayağa kalkmış halde olması ise AK Parti iktidarı ve onun liderliğinden kaynaklanmakta. Söylem artık bir görev ile birlikte yürümekte. Başta ‘gönül coğrafyamıza’ olmak üzere bütün dünya mazlumları için “Büyük ve güçlü Türkiye’yi oluşturmak için!”

Yerlilik ve millilik aynı zamanda bir kimlik meselesidir. Bu kimlik ne kadar hakiki-kalıcı-sahih olabilir ki? Yerlilik aslında geçmişe ilişkin bir aidiyet-bağlılık hassasiyetinden bakarak geleceğe ilişkin statüko tanzim arayışı şuan. Ayrıca küresel kapitalizme, modern hayata, kültüre dibine kadar batmış bir vasatta yerlilik ve millilik edebiyatı başka bir anlama, iktidar tanzim-taksim alanına denk geliyor olsa gerek. Yerlilik ve millilik bir Müslüman açısından aynı zamanda referans problemidir. Bir kez daha amacın meşruiyeti ile araçların meşruiyeti meselesinin Müslüman muhayyilesinde ortaya koyduğu kimliksel, ahlaki, siyasal-sosyal problemlerle karşı karşıyayız aslında yerlilik ve millilik meselesinde.

Tarihin hangi döneminde, yeryüzünün hangi coğrafyasında yaşanırsa yaşansın İslam’ın mantığı, perspektifi, ‘ruhu’ değişmez. Asıl olanın, hakikatin yerine sahte, insanın kendi kurgusunun ürünü olan değerlerin ikamesine izin vermez. Sübjektif, indi yorumlar üzerinden mutlak hakikat temsil ediliyormuş gibi gösterilmesine rıza göstermez. Niyet, düşünce, amel birbirinden kopuk olmayacak bir bütünlük içerisinde Müslümanın hayatını kuşatırken takva, ahlak ve adalet ise mezhebî, meşrebî, kavmî, coğrafi, siyasi, sosyal, kültürel bütün olay ve olgularda hayatın bütün ünitelerinde kuşanma zorunluluğu olduğu ölçülerdir.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı