Kamusal nitelikli kurumların ya da kişilerin, genel kabul görmüş demokratik kriterlerin dışına çıkan, tarafgir, önyargılı, vb. uygulamalarını teşhir etmek, kamusal gazeteciliğin önde gelen görevlerinden biri... Fakat bu görevlerini yerine getirirken gazetecilerin de belli kriterler doğrultusunda hareket etmeleri beklenir: Peşin hükümlerden ve önyargılardan uzak olmak; olgulardan hareket etmek ve onların sınırları içinde kalmak; kendi siyasi görüşlerinin, peşinde koştukları haberi esir almaması için azami gayret göstermek...
Bu kriterleri takmayan “militan” bir gazeteci, kâh farkında olarak kâh olmayarak takip ettiği haberin kimi boyutlarını atlar ve sonuçta haber şu ya da bu derecede sakatlanır. Böyle bir gazeteci, haberinin yayımlanmasından sonra kendisini birçok tatsız sonuca karşı hazırlamalıdır.
Cumhuriyet’in (3 eylül) manşetinde yayımlandıktan sonra haftanın “flaş haberi” olarak başka gazetelerce de takip edilen “TSK okullarından atılanlara piyango” başlıklı haber, anlattığım türden gazeteciliğin en taze örneği olarak karşımızda...
Haber, 1995’ten bu yana ne gerekçeyle olursa olsun Harp Akademileri’yle ve Polis Akademisi’yle ilişiği kesilen öğrencilerin herhangi bir fakülte ya da yüksek okula yerleştirilmesini öngören af kanununa ilişkindi. YÖK, öğretim üyelerinden oluşan bir komisyon kurmuş, af kapsamı içine giren 800 öğrenciyi üniversitelere yerleştirmişti.
Cumhuriyet’ten tipik bir “irtica” haberi
Fakat Cumhuriyet’teki haber, yalnız başlığıyla (“TSK okullarından atılanlara piyango”) değil, üst başlık ve flaşıyla da tipik bir “irtica” haberiydi.
Üst başlık: “YÖK, 800 ‘öğrenci’yi tepeden inme olarak seçtiği üniversitelere yerleştiriyor...”
Flaş: “Büyük rezalet... Üniversite rektörlüklerine, TSK ile Polis Akademisi’ne bağlı yükseköğretim kurumlarından ilişiği kesilen 800 öğrencinin yerleştirilmesi için talimat geldi...”
Okur, bu bilgilerden sonra Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı’nın köşesine gönderiliyor (anladığınız gibi, bu da bir köşeden manşet kotarma). Orada yer alan şu satırlarla “irtica geliyor” duygusu biraz daha pekiştiriliyor:
“Olayın ilginç yönü, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı yüksekokullarda okuyamayacak durumda oldukları için ilişkisi kesilmiş kimselerin bu affa ve YÖK tarafından yerleştirilmeye mazhar olmalarıdır! Kim bunlar? Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı okullardan ilişkilerinin kesilme nedeni nedir? Bunları bilirsek, konu daha bir aydınlığa kavuşur!”
Yazar, “Hah, yakaladım” deyip klavyenin başına oturmadan önce biraz sakin olabilmeyi deneseydi, “bunları bilirsek” dediği şeyleri bilebilirdi ve ertesi gün
“Aileler irtica imasından rahatsız: ‘Çocuklarımız atılmadı, ayrıldı’...” başlıklı bir mecburi devam haberinin imzacısı olmaktan kendisini kurtarabilirdi. Devam haberinin girişinden şu cümleyi de okuyun:
“YÖK’ün askerî okullarla ilişiği kesilmiş öğrencileri devlet üniversitelerine yerleştirmesiyle ilgili görüş açıklayan aileler, çocuklarının sanki irticai nedenlerle askerî okullardan atıldıkları gibi bir izlenim yaratılmasının üzücü olduğunu bildirdiler.”
Ne “irtica” ne “atılma”
Haberiyle bu izlenimi yaratan Orhan Bursalı’ya ve gazetesine gönderilen mektuplardan da anlaşılabileceği gibi ortada ne “irtica” vardı, ne de “atılma...” Bir velinin yazdığı gibi, mesele şundan ibaretti:
“Askerî liselere yeni başlayan bir öğrencinin yaşı 14’tür. Yani kendini anlayacak çağa henüz ulaşmamıştır. İlk anda üniformanın cazibesine kapılıp, kendisi ve daha çok velilerinin telkinleriyle böyle bir tercih yapmıştır. Yıllar geçtikçe, gerçek kimliği yerine oturdukça, vazgeçme isteği bazı öğrencilerin içinde yer eder. Bu istek Harp Okulları’nda bu öğrenciler için tutkuya dönüşür. Bunların içinden bazıları 1. sınıfta, bazıları 2. ve 3. sınıfta, bazıları da son sınıfta çoğunlukla kendi istekleriyle okullardan ayrılmaktadır. Bu olay aileler için tam bir yıkımdır. 100 bin liraya varan tazminatı o aile ödemek durumundadır. Üniversite kazanmak için hazırlanmamış ama zeki olan bu çocuklarımızı kötü göstermeye çalışmak üzüntü vericidir...”
Cumhuriyet’e giden mektupların birinde yer alan şu cümle de, “Hah, yakaladım” öforisine tutulmuş bir gazetecinin baltasını ne tür taşlara vurabileceğini gösterir nitelikte:
“Kuleli mezunu olmuş, Harbiye görmüş, Atatürkçü değerleri içselleştirmiş parlak beyinleriyiz Türkiye’nin...”
Öte yandan gazete ve gazeteci, “irticanın gelmekte olduğu”nu haykıran manşetlerinden birinin daha fos çıkmasının verdiği hırçınlıkla, mektuplarını mecburen yayımladığı öğrencilere ayar vermekten de uzak durmuyordu:
“Fakat öğrenciler ve veliler genellikle ÖSS ve ÖSYM’ye girmeden yasa ile tepeden üniversitelere yerleştirmenin yarattığı adaletsiz ve haksız durumu görmezden geldi.”
İlahi Cumhuriyet! Senin derdin bu muydu ki, bunu eleştiren tepkiler bekliyorsun... Sen “irtica geliyor” manşeti yaptın, manşetinin özneleri de “Ne alâka?” mektupları gönderdi sana. Hepsi bu.
--------------
“Liberalliği ile övünen Taraf gazetesi...”
“Liberalliği ile övünen Taraf gazetesi manken Tuğçe Kazaz’ın transparan giysisine astar yaparak bikiniyi yok etti, dekolteyi kapattı....”
Bir sayfa sekreterinin “Ramazan hassasiyeti”, Taraf’ın liberalliğinin ve özgürlükçülüğünün sorgulanmasına neden oldu. Yukarıdaki cümleyi, “sansür”ü fâş eden Habertürk gazetesinden aldım. Gazetenin internet sitesini hazırlayan meslektaşlarımız, işe “Taraf’ın özgürlükçülüğü”nü de katarak çifte kavrulmuş bir sorgulamaya girişmişler. Öteki gazeteler ve internet siteleri de “Nerde bu liberallik, nerde bu özgürlükçülük” tadında haberlerle doluydu.
Ahmet Altan Habertürk’e, “Sayfa sekreteri, Ramazan diye bu tercihi yapmış. Hatalıyız; ya o fotoğrafı kullanmamamız ya da kullanacaksak olduğu gibi kullanmamız gerekirdi” diye konuşarak söylenmesi gereken her şeyi söylemiş. O söylemeseydi ben söyleyecektim. Madem bu söylendi, ben meselenin başka bir yanıyla meşgul olayım...
Size bir soru: Taraf, Tuğçe Kazaz’ın bikinisine değil de mesela “El bombasının pimini çekip erin eline veren teğmen” haberine sansür uygulasaydı, elinde olduğu halde bunu yayımlamasaydı ve Habertürk’çüler de bunu istihbar etseydi, “bu ne biçim liberallik” eleştirisi yaparlar mıydı?
Hiç kuşkusuz yapmazlardı. Çünkü onların liberallikten anladığı, “hayat tarzı” liberalliği...
Ben, bu son hikâyede, öncülüğünü Hürriyet ve Ertuğrul Özkök’ün yaptığı “hayat tarzı” liberalliğinin, laikliğinin ve özgürlüğünün taze bir tezahürünü gördüm.
Taraf’ın “sansürü” üzerine kopartılan “bu ne biçim liberallik” yaygarası, gözümün önüne iki dönemi ve iki sahneyi getirdi.
Birinci dönem ve birinci sahne: Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı yapan seçimlerin hemen sonrası... “Korku” matbaası bütün makinelerini “fısıltı” gazetesinin emrine vermişti. Şurada bir mini etekli kız sakallı birkaç kişi tarafından otobüsten indirilip ölesiye dövülmüş, burada bir başka mini etekli kızın yüzüne kezzap atılmıştı. Yeni başkan daha şimdiden Nevizade’nin kapatılması talimatını vermişti, yakında Yüksek Kaldırım’daki genelev de kapatılacaktı. Doğruluğuna inanılan bütün bu söylentiler, “Laikliğin elden gitmekte olduğu”nun kanıtları olarak sunuluyor, ortaya çıkan derin korku laik kesimleri çılgın, zaman zaman da gülümseten tepkilere yöneltiyordu. Aralarından birini hiç unutamıyorum: Bir grup manken, kuvayı milliye kıyafetleriyle podyuma çıkmış, ‘laiklik mesajı’ vermişti, bazılarının gösteri arasında gazetecilere verdiği beyanatlar da ertesi günkü gazetelerde genişçe yer almıştı: O zamana kadar iç çamaşırı defilelerine çıkmamışlardı, fakat artık çıkacaklardı!
Böyle işte... Laiklik gibi toplumun her renginin garantisi olan, devletin her “toplumsal renk” karşısındaki tarafsızlığının garantisi olan devasa bir düşünce ve pratik işte böyle pespaye bir algılamanın konusu olabiliyordu.
İkinci dönem, ikinci sahne: Cumhuriyet mitingleri günlerinden bir pankart: “Özgürlük saçlarını rüzgârda savurmaktır...” (Bunu yorumlamadan geçiyorum.)
... Ve taze malzeme: “Liberalliği ile övünen Taraf gazetesi manken Tuğçe Kazaz’ın transparan giysisine astar yaparak bikiniyi yok etti, dekolteyi kapattı....”
Yaşasın “hayat tarzı” laikliği, yaşasın “hayat tarzı” özgürlüğü, yaşasın “hayat tarzı” liberalliği...
TARAF