Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayımlanan yazısı (04 Mayıs 2019) şöyle:
İslâm’ın Kılıcı
İtalyanların 1911’de Libya’yı işgali sonrasında, Osmanlı İmparatorluğu ile İtalya arasında 1912’de imzalanan Uşi Anlaşması, -Trablusgarb ve çevresi merkez olmak üzere- Libya’daki İtalyan egemenliğini tescil ediyordu.
Libya Müslümanları başkent İstanbul’daki halifeye dinî yönden bağlılıklarını sürdürecekler, ancak İtalya’nın siyasî hâkimiyeti altında yaşayacaklardı. Kriz kâğıt üzerinde çözülmüş görünse de, dönemin şartları içinde varılan bu mecburi mutabakat, Libya’da on yıllara yayılacak bir çatışma sürecinin de başlangıcıydı.
Libyalı kabileler, Senûsî tarikatı lideri Ahmed Şerif önderliğinde organize olup İtalyanlara karşı direnişe geçtiler. Ülkenin doğusundaki Sirenayka (bugünkü Bingazi ve çevresi) merkez seçilirken, direnişçiler Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma silah ve malzemeyi kullanıyordu. İlerleyen safhada, Ahmed Şerif ve birlikleri üç ayrı cephede İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlarla savaşa giriştiler. Birçok yerleşim biriminin düşman işgalinden kurtarıldığı bu süreçte, Ahmed Şerif’in kardeşi Muhammed Hilal’in İtalyanlarla, amca oğlu Muhammed İdris’in de İngilizlerle anlaşması, direnişe büyük darbe vurdu. İngilizlerin baskısıyla, Senûsî ailesinin ve tarikatının liderliği, 1916 yılında Ahmed Şerif’ten Muhammed İdris’e devredildi. Bilahare “Libya kralı” olarak ülkeyi de yönetecek olan Muhammed İdris, ilk iş olarak İtalyanların Libya üzerindeki egemenliklerini tanıdı, ardından Senûsîlerin liderliğinde İngilizlere düzenlenen saldırılara son verdi.
Birinci Dünya Savaşı biterken, Libya, Arap dünyasındaki ilk cumhuriyet yönetimine sahne oldu: 1918’de Ramazan Suvayhlî ve diğer yerel liderler, “Trablusgarb Cumhuriyeti”ni kurdular. Kabileler arasındaki şiddetli anlaşmazlık ve çekişmeler nedeniyle, bu ilk cumhuriyet denemesi 1923’te son buldu. Kurulması kararlaştırılan milli meclis, iç çatışmalar yüzünden bir kere bile toplanamamıştı.
1921 yılının ağustos ayında, İtalya, 10 yıl içinde 11’inci genel valisini Libya’ya göndermişti: Giuseppe Volpi. Vazifesi rutin bir şekilde Libya’ya nezaret etmek olan Volpi, yaklaşık bir yıl sonra Roma’da yönetime el koyan faşist lider Benito Mussolini tarafından Libya’nın tamamını kontrol altına almakla görevlendirildi. 1911’de, ülkesinin Libya’yı işgalini protesto ettiği için hapsedilmiş olan Mussolini, koltuğu ele geçirdikten sonra tam aksi istikamete dönüş yapmıştı. Ne de olsa, “taç giyen baş akıllanır”dı.
Kısa süre sonra 15 bin İtalyan askerinin Libya sahillerine çıkması, Ahmed Şerif dönemindeki direniş hareketlerinin yeniden canlanmasına yol açtı. İtalyanlar sivil halkı kurşuna dizmek, köy ve kasabaları ateşe vermek, direniş liderlerini yargılamaksızın idam etmek gibi çok sayıda vahşet örneği sergilerken, Libyalıların bilhassa Ömer Muhtâr liderliğinde verdiği mücadele emsalsizdi. 1931’de Ömer Muhtâr’ın İtalyanlar tarafından yakalanıp Suluk mülteci kampında 20 bin Libyalının gözleri önünde idam edilmesiyle direniş bitmiş görünüyordu. Ahmed Şerif’in yürüttüğü cihad hareketinde olduğu gibi, Ömer Muhtâr ve arkadaşlarının önündeki en büyük engel de, Libya içindeki çeşitli grupların ve kabilelerin İtalyanlarla açıktan anlaşmaya girişmesiydi. Yolun sonunda, Çöl Aslanı’nın yanında, işgale sonuna kadar karşı çıkan bir grup idealist kalmıştı. Tarihte her zaman olduğu gibi…
***
İtalyan faşist lider Benito Mussolini 1926, 1937 ve 1942’de Libya’yı üç kez ziyaret etti. Bu ziyaretlerden ikincisi, diğerlerine nazaran en başarılısıydı, çünkü hem Mussolini’nin iktidarının hem de Libya’daki İtalyan işgalinin zirvesini temsil ediyordu. Ömer Muhtâr da idam edildiğine göre, Libya’da İtalyanlara karşı direniş gösterecek bir odak da kalmamıştı. Ancak Mussolini’ye ülkede gösterilen hüsn-ü kabul, sonraki nesillere saç-baş yoldurtacak cinsten ayrıntılar içeriyordu:
20 Mart 1937 günü Trablusgarb’ın hemen dışında düzenlenen, binlerce kişinin katıldığı bir törenle, Benito Mussolini’ye “İslâm’ın koruyucusu” (Hâmî el İslâm) unvanı verildi. Burada kendisine takdim edilen “İslâm’ın kılıcı”nı da teslim alan Mussolini, Libyalılara yaptığı konuşmada ülkede şeriatın tatbik edileceğini, medreselerin çoğaltılacağını, halkın gelenek ve inançlarının garanti altına alınacağını duyurdu. Libya’nın dört bir yanında coşkuyla karşılanan Mussolini, Bingazi’de cami ve türbeleri de ziyaret etti. Tüm bu temasları sırasında Libya uleması, müftüleri, tarikat şeyhleri ve diğer yerel temsilciler Mussolini’nin yanı başındaydı.
***
Libya’da tüm bunlar olurken, Muhammed İdris Senûsî, Mısır’da İngilizlerin himayesi altında sürgünde yaşıyordu. İtalyanlara karşı İngilizleri desteklemesinin bedelini 1922-51 arasını ülkesinden uzakta geçirmekle ödemiş olsa da, ömrünün sonraki kısmında bunun ödülüne de kavuşacaktı: 1951’den, 1 Eylül 1969’da Muammer Kaddafi ve arkadaşları tarafından devrilinceye kadar, “Libya kralı” olarak tahtta bulunacaktı.
Kaddafi’nin Kral İdris’i devirirken kullandığı en güçlü argüman, İngilizlerin Libya petrolleri üzerinde kurduğu hegemonya ve Kral’ın Londra’yla fazla yakın temasıydı.
***
Bugünlerde yine dış destekli müdahalelere sahne olan Libya’da yaşananlar, aslında geçtiğimiz yüzyılın başından beri sürekli tekrarlanan kısır bir döngünün tekrarından ibaret. Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteklediği General Halife Hafter de, geçmişteki dış destekli politik ve askerî aktörlerin günümüzdeki sürümü. Ve Libya, bünyedeki yaralar iyileştirilmeden sadece pansumanla geçiştirildiğinde, iltihabın sürekli patlamaya devam edeceğinin canlı bir örneği durumunda.