Yasin Aktay / Yeni Şafak
Suriye’de 13 yılı aşkın bir süredir devam etmekte olan sorun kısa süre içinde birçok ülkeyi de içine alan bir uluslararası sorun haline geldiyse de esası itibariyle Suriye rejiminin kendi halkıyla arasında cereyan eden bir sorundur. 2011 Mart ayında Der’a şehrinde gözaltına alınan Suriyeli çocukların maruz kaldığı işkencelere karşı halkın hak arama arayışı, devlet yetkililerinin halkın ırzına, namusuna karşı bir tecavüze dönüşünce bir kademe yükseldi.
Her aşamada olayın bir kademe daha büyümemesi için Baas rejiminin elinde bir fırsat vardı. Alabileceği küçük bir önlem, halka karşı sergileyeceği en temel insani anlayışla işleri büyümeden, alevler bacayı sarmadan durdurabilirdi. Oysa rejim halkla didişmeyi seçti ve olanlar kısa bir süre içinde çığırından çıktı. Bütün Suriye sathına yayılarak halkın onur, özgürlük ve adalet talebiyle bir isyana dönüştü. Olaylar daha bu aşamadayken Suriye dışından herhangi bir aktörün müdahalesinden söz edilemezdi.
Esasen Suriye rejimi muhalefetle baş etme konusunda alışık olduğu, eskiden de denenmiş olan bir yoldan gidiyordu ve bu konuda halkı kışkırtmak için başka bir dış aktöre ihtiyaç duymuyordu. Yıllarca muhalif partilere, bilhassa İhvan’a üye veya iltisaklı olmanın idam sebebi olduğu bir asayiş düzeni vardı ve bu süreç 1982 yılında Hama’da ortaya çıkan isyanı kanlı bir biçimde, büyük bir katliamla bastırmasıyla sonuçlanmıştı. 30 binin üstünde insanı, siviliyle, çoluğuyla çocuğuyla katletmişti baba Esad. Ardından gerçekten de asayiş uzun yıllar boyunca sağlanmıştı.
Arap Baharı dalgalarının kendisi için tehlike arz ettiği bir dönemde oğul Esad da muhtemel gösteriler için aynı yolu deneyecekti ve en fazla 30 bilemedin 50 bin insanını katlettiğinde isyanı da bastırmış olacaktı. Denenmiş olan yol, bildiği yol en sağlam yol gibi geldi. Oysa dünya artık yetmişli veya seksenli yılların dünyası değildi. O öldürdükçe bütün Suriye’de isyan dalgaları büyüdü, isyan büyüdükçe önce kendi imkanlarıyla sonra yardımına çağırdığı Rusya ve İran ile birlikte katliamlarına devam etti. Öyle bir hal aldı ki, artık Suriye’de geriye dönüşün bütün taraflar açısından neredeyse imkânsız hale geldiği bir durum oluştu.
Suriye rejimini katliamla, hatta soykırımla suçlayan uluslararası toplum ona gereken yaptırımı yapma konusunda hesaplara girişti, bilahare Suriye halkını kendi kaderine terk etti. ABD Esad’ı devirme vaadiyle geldiği Suriye’de kendisine bambaşka bir düşman icat edip onunla al gülüm ver gülüm oyalanmayı tercih etti. Bugün o oyalanmanın asıl sebebinin ardındaki Siyonist program ayan beyan ortaya çıkmış durumda. Bu Siyonist programın Türkiye’yi ilgilendiren asıl tarafı yayılma politikasının hedefinde kendisinin de olması.
Bugün Suriye rejimi ile Türkiye arasında söz konusu olan yakınlaşmaya yüklenen beklentilerden birisi belki mültecilerin geri dönüşü için elverişli zeminin oluşturulmasıdır. Ancak bunun için tabii ki iki devlet olarak Türkiye ve Suriye’nin birbiriyle anlaşmasının yetmeyeceğinin iyi görülmesi lazım. Olayların başladığı noktaya gitmek suretiyle görmemiz gereken şey bu süreç içinde Türkiye ile Suriye rejimi arasında oluşan sorunun olayın sadece bir sonucu olduğudur. Asıl sorun Suriye halkı ile Suriye rejimi arasındadır ve bu rejim bu şekilde ayakta durduğu sürece Suriyelilerin ülkelerine dönüş yollarının açılamayacağıdır.
Önce Erdoğan’dan gelen “normalleşme” açıklamasına karşı Esad’ın başta “Türk askerinin çekilmesini şart koşması” zaten mümkün olmayan böyle bir normalleşme ihtimalini doğmadan bitirecek gibiydi. Ancak Esad bilahare kendi parlamentosunda yaptığı konuşmada “Türkiye güçlerini geri çekmezse görüşmelere başlamayacağımız doğru değil” diyerek bu ön şartı ileri sürmekten vazgeçmiş oldu.
Aslında öne sürdüğü şart zaten kendi ülke bütünlüğünün İran, Hizbullah, Rusya ve ABD tarafından halihazırda zaten yeterince paramparça olduğu gerçeğini daha fazla trajikomik biçimde ifşa etmekten başka bir işe yaramıyordu. Suriye’den Türk askeri çekilirse Esad oraya hâkim olabilir mi, yoksa oradan doğacak boşluğu hiç de istemeyeceği başka yapılar mı doldurur? Diğer yandan Türkiye’nin oradaki varlığı, Suriye’den hem Türkiye’ye hem de başka yerlere daha fazla ilticayı engelleyen bir güvence oluşturuyor.
Ayrıca konu terörle mücadele ise Türkiye orada hem DAEŞ’e karşı hem de ABD-İsrail güdümündeki terör unsurlarına karşı mücadele ediyor. Tabii ki Esad’ın terörist saydığı kendi halkına karşı söylemini bu saatten sonra (aslında Astana ve Soçi görüşmelerinde de kabul ettiği esaslarda) iyice değiştirmesi gerekiyor. Kendi kurbanlarını terörist sayarak onlara karşı bir sorumluluktan kaçmak bu saatten sonra kimsenin kabul edebileceği bir yaklaşım olamaz.
Diğer yandan olayın asıl tarafı Suriye halkıdır, bu süreç içinde ağır kayıplar veren, öldürülen, yaralanan, tehcir edilen, dünyanın her yerinde itilip kakılan. Esad’la bütün dünya barışsa bile onun katliamlarından kaçarak ülkesini terk etmek zorunda bırakılmış Suriye halkı barışabilir mi? Buna elbette karar verecek olan Suriye halkının kendisidir. Onların yaşadıklarını biz yaşamadık, halen yaşadıklarını da biz yaşamıyoruz. Esad’la bile olsa bir diyaloga girebilirlerse Türkiye’nin veya başka birilerinin ona mâni olması da söz konusu değil. Ancak öyle görünüyor ki, arkasında bıraktığı 1 milyona yakın insanın ölümüyle sonuçlanan katliamların sebebi olan birinin Suriyelilere güven vermesi mümkün değil. Kimse bu güveni neden hissetmediklerine dair Suriye halkını da sorgulayamaz.
Yine de Suriye halkının bu süreçlere nasıl baktıklarını, yeni bir Suriye’ye dair nasıl bir milli uzlaşma ufkuna sahip olduklarını görmek üzere İstanbul’da bulunan Harmoon Çağdaş Araştırmalar Merkezi iki gündür yoğun tartışmaların gerçekleştirildiği bir konferans düzenliyor.
Merkezin periyodik yıllık etkinlikleri kapsamında gerçekleşen konferansta Suriyeliler farklı toplumsal kesimlerden katılımcılarla, araştırmacı ve kanaat önderleriyle kendi geleceklerini tartışıyor. Kulak vermekte fayda var.