Hadi, beraber arayalım suçluyu

M. Nedim Hazar

Öyledir hep. Ne zaman bir sıkıntı yaşasak, yüreğimizi burkan, içimizi yakan bir felaketle karşılaşsak, daha acımız yerlerde sere serpe yatarken, başlarız işaret parmağımızı bir yerlere çevirmeye. Milletçe huyumuzdur bu, kuruması gereken.

Ama kurumaz nedense...

Bir bina yıkılır misal... Birileri hemen 'falanca partinin belediyesi izin vermiş' diye alttan alta parmağıyla gösterir öfkelerin çevrileceği yönü...

Yekdiğeri, 'Biz orada koşturuyoruz, koşuyoruz ama filanca zihniyetin insanları yok buralarda' diye homurdanarak yapar yapacağını, hayrını da kediye yükler böylelikle.

En kolay işaret parmağımıza hükmeden bir neslin ahfadıyız biz. En rahat ve sorumsuzca onu kullanırız çünkü. İlan eder, hedef gösterir, suçlar ve hatta cezalandırırız parmaklarımızla...

Van, büyük bir acı yaşadı...

Ve hâlâ çok büyük bir travmanın içinde kıvranıyor o bölge...

Öyle büyük iki sarsıntı ve bu iki büyüklüğü birbirine bağlayan onlarca orta ve küçük sarsıntı...

Deprem uzmanları bile neyin ne olduğunu tam olarak bilemezken, Doğu'nun saf ve mazlum insanı, yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atıp, henüz kendine gelemezken, binaların enkazlarında toz duman bile henüz dağılmamışken, birbirimizi suçlayıp, ötekinin yakasına yapışmak kadar hoşumuza giden bir şey yok.

Elbette daha önce dediklerim baki... Elbette bu tür felaketler sadece yeri alt/üst etmiyor, bizleri, insanlığımızı da alt/üst ediyor. Ancak bu gerçek, başka gerçeklerin üzerini kapatmaya neden olmamalı. Bu güzel ve hakiki tablo, başka çirkin ve üzücü ama yine hakiki olan tabloları gizlememeli.

Bu tür felaketlerde dışarı çıkan iyi yönümüz kadar -maalesef- kötü yönümüz de var... Kimse kimseye kızmasın, kimse alınmasın, kimse gocunmasın. Sadece devlete öfkelenmenin hiçbir anlamı yok. Sadece bölge insanına da. Allah korusun ve asla vermesin, benzeri bir felaketi İstanbul'da yaşasak halimiz ne olurdu tahmin etmek bile istemiyorum şahsen. Dolayısıyla bölge insanını da horlayıp, hakir görmenin bir anlamı yok.

Şimdi atıp tutuyoruz ya buradan, depremin olduğu yerden bin bilmem kaç yüz kilometre uzaktan hani; 'efendim kim verdi o izinleri o binalara?' Niye bunu merak etmek için o kadar uzağa yoruluyoruz ki, çevirelim başımızı hemen yakınımıza, İstanbul'un göbeğine. Bir soralım mı, hangi binalara, kimler ne zaman, nasıl, ne tür izinler vermiş, diye?

"Efendim yetkililer niye binalara girilsin, demişmiş..." Elbette bu ayıp yetkililerin ama soralım mı, yetkililerin 'kesinlikle girmeyin' dediği binalara girenler kimlerdir?

Misal, kaç medya binası doğru düzgün ruhsatlıdır? Kaç televizyon inşaatında imar iznine uygun davranılmıştır? Kaç gazetecinin evi barkı, yalısı, yazlığı izinli, ruhsatlı tastamamdır?

Soralım mı?

Kaç akademisyenin işyeri, binası, okulu, dairesi dört dörtlük usulüne uygundur?

Hangimiz masumuyuz bu vurdumduymazlık oyunlarının? Kaçımız takipçisiyiz, bu tür felaketlerle ilgili gerçeklerin?

Peki, anladık, bayılıyoruz kendi kendimizi ve birbirimizi kandırmaya... Ama en azından, işaret parmaklarımıza sahip çıksak olmaz mı?

Hani durup durup, parmağımızla bir yerleri gösterip, suçlu olarak aforoz etmesek!

Kar yağıyormuş Van'a, çok üzülüyor Batı'daki doğalgaz kedileri... Hatırlarsınız, yaz sıcağında kediler için evlerinin önlerine su koyacak kadar merhametli hayvanseverler... Hani yolunuzu kaybedip, susuzluktan ölseniz bir bardak su yerine Polis İmdat'ı arayacak tipler!

Kar yağıyor, vah vah... Her yıl yağar kar, Van'a ve Ağrı'ya, Erzurum'a, Hakkâri'ye... Her yıl kapanır oraların yolları, köyleri... Ve kibrit kutusu kadar yer almaz bu ülke medyasında. Bir serseri otomobilin TEM'i tıkadığı kadar bile haber değeri yoktur binlerce köyün kar altında kalmasının.

Kimse kimseyi suçlamasın, masumu yok bu günahın, devletinden herkesine...

ZAMAN