Habercilik böyleyse, kabahatin çoğu senin canım kardeşim!

Alper Görmüş

Başlığımın, Nâzım Hikmet’in ünlü şiirine nazire olduğunu sanırım hepiniz anlamışsınızdır... Şiirde Nâzım, ülkesindeki adaletsizlikleri, sömürüyü ve baskıyı uzun uzun anlatır, sonunda da faturayı “ezilenler”e çıkartır: “(...) Kabahat senin / demeğe de dilim varmıyor ama / kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”

Türk basınındaki bazı kötü habercilik pratiklerine bakıp da faturayı okura çıkarmamak, haberciliğin “bu hali”nden gazetecilerden çok onları sorumlu tutmamak hakikaten mümkün görünmüyor. Çünkü öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki, gazeteciler bunları ancak okurların kendilerini cezalandırmayacaklarına inandıklarında göze alabilir!

Peki, okurlar neden bu kadar “hoşgörülü”? Bu sorunun cevabını en sona bırakalım. Ondan önce, ne tür pratiklerden söz ettiğimi anlatmaya çalışayım size.

Küçük “numara”ları, okurların “hoşluk” diye değerlendirebileceğini düşünerek geçiyorum... Fakat iki büyük “numara” var ki, bunlarla karşılaşan okurların nasıl olup da kendilerini hakarete uğramış gibi hissetmediklerine, gazetelerini haşlamadıklarına şaşmamak mümkün değil. Bunlardan birincisi “başlık ve spot marifetiyle manipülasyon”, diğeri de “haber gizleme...”

Haber gizleme, taze bir örnek üzerinden bu yazının esas konusu. Fakat onu çarşamba günkü gazetelerde yer alan iki haber üzerinden ayrıntılı bir biçimde ele almadan önce “başlık ve spot marifetiyle manipülasyon”a değineyim kısaca...

Bu pratik, başlığın asıl haberin eğilip bükülmesiyle elde edilmesi esasına dayanıyor. O kadar ki, haberi sonuna kadar okuyanlarla sadece başlığından ve spotundan okuyanlar arasında ciddi bir algı farkı oluşur. Bu, “made in yazıişleri” damgasını taşıyan bir pratiktir ve meslekte, haberi yazan muhabirlerle onu sunan “yazıişleri” arasındaki husumetle kendini açığa vurur: “Haberimi piç etmiş alçak herifler!”

Bu manipülasyon türünün altında, kendi başına bırakıldığında ya davulcuya ya da zurnacıya gideceğinden korkulan bir okur algısı yatar. Böylece okura, “olur da biraz sonra okuyacağın haberin sonuna kadar gidersen, onu şöyle algıla” telkini yapılmaktadır. (Zaten yazıişleri elemanları okurların büyük bölümünün bu kadar sabırlı olduğunu haklı olarak hiç sanmamaktadır.) Peki, sayıları az da olsa haberin tümünü okuyup, başlık-spotla haberin ayrı baş çektiğini fark edecek okurlar? Onlar ne olacaktır? Gazeteci, bu noktada okurların “hoşgörü”süne güvenmektedir. Fakat dediğim gibi, bu “hoşgörü” meselesini en sona bırakıyorum...

Haber gizlemenin “hard” ve “soft” halleri...

Aslında “haber gizleme”yi apaçık haber gizlemek (hard) ve haberin üzerini kumla örtmek, yani apaçık gizlemeyi kendine yediremeyip kedi pratiği geliştirmek (soft) diye ikiye ayırmak daha doğru olur.

18 Şubat (çarşamba) tarihli gazeteler, gazeteciliğimizin bu zilletini ortaya koymak açısından zor bulunur bir fırsat veriyordu elimize. Mesele şuydu: Salı günü, yani yerel seçimler için partilerin belediye başkanları ve belediye meclis üyelerini Yüksek Seçim Kurulu’na bildirmek zorunda oldukları gün, gerek Adalet ve Kalkınma Partisi’nde (AK Parti), gerekse de Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) kıyamet kopmuştu. O gün Ankara’da AK Parti’yi, İstanbul’da CHP’yi zor duruma düşüren ve okurların mutlaka öğrenmek isteyecekleri eşit önemde iki gelişme olmuştu. Olan bitenin haber gizleme pratiği açısından eşsiz bir örnek teşkil etmesinin nedeni, iktidar ve ana muhalefet partilerini ilgilendiren eşit önemde iki gelişmenin eşzamanlı olarak ortaya çıkmasıydı. Çünkü böyle olmasaydı, yani sadece bir partinin yaşadığı bir “deprem” sözkonusu olsaydı, bunu “görmeyen” bir gazetenin, “benim için bunun haber değeri bu kadardır” savunması geçerli olabilirdi. Fakat şimdi, “madem öyle, öbürünü niye gördün” sorusuyla karşılaşılacağı için böyle bir savunma geçersiz olacaktır. Görüyorsunuz, hakikaten eşsiz bir fırsatla karşı karşıyayız... Öyleyse buyurun, tek tek gazetelerin performansına... Bakın, çarşamba günkü gazetelerin birinci sayfaları, ele aldığımız haber(ler) açısından nasıl bir görünüm arz ediyor:

Her iki haberi de birinci sayfalarından ve –bazı nüansları hesaba katmazsak- eşit ağırlıkta görenler: Vatan, Akşam, Milliyet, Taraf, Birgün, Radikal, Sabah, Milli Gazete, Posta.

Birinci sayfalarında Keçiören’i (AK Parti’nin işine gelmeyen haberi) görüp, İstanbul’u (CHP’nin işine gelmeyen haberi) görmeyen gazeteler: Hürriyet, Cumhuriyet, Sözcü.

Birinci sayfalarında İstanbul’u görüp, Keçiören’i görmeyen gazeteler: Star, Yeni Şafak, Takvim, Yeni Asya.

Son iki gruptaki gazeteleri “apaçık haber gizleyenler” başlığı altında toplayabiliriz. Zaman ve Vakit’i ise haberi “gizlememiş gibi” yapanlar kategorisinde görüyorum. Şu sunumları nedeniyle:

Zaman
: CHP-İstanbul’un haberleştirildiği yan manşetin dibinden anonslanan bir haberle “Keçiören”e de değiniliyor, fakat şu cümleyle: “AK Parti, Keçiören’de Altınok’un yerine Mustafa Ak’ı aday gösterdi...”

Vakit
: CHP haberi büyütülürken, AK Parti haberi “fazla büyütülecek bir şey yok” vurgusuyla da olsa birinci sayfadan minik bir haber olarak görülmüş: “Altınok: AK Parti’den değil, adaylıktan istifa ettim.”

Gerek Zaman’ın gerek Vakit’in başlıklarının AK Parti’de salı günü gerçekte ne olduğunu anlattığını sanırım söyleyemeyiz.

Sergilemeyi sona erdirmeden önce, “CHP’de deprem”i manşet yapıp, birinci sayfada “Keçiören depremi”ne tek satırla dahi temas etmeyen Star ve Yeni Şafak’ın “aşırı” tutumlarına özellikle dikkatinizi çekmek isterim.

“Hakikat” değil, “propaganda” isteyen okurlar...

Nihayet geldik, bütün bu zilletin baş sorumlusu olduğunu düşündüğüm “okur hoşgörüsü” meselesine...

Bilgi Üniversitesi’nde ders verdiğim yıllarda yaşadığım ve sizinle daha önce paylaştığım bir tecrübeyi, yeri geldi, bir daha anlatacağım. Ve zannediyorum fazla da bir şey söylememe gerek kalmayacak:

2002 ya da 2003 olmalı, sınıfta öğrencilerle birlikte bir yandan “irticanın gelmekte olduğunu” söyleyen, bir yandan da “ben dezenformasyonum” diye bağıran bir haber üzerine çalışıyorduk... Biri söz aldı, “Hocam, tamam, haber doğru olmayabilir, ama okuyanlar doğru olduğuna inanacak, bu da halkın gericiler hakkındaki kanaatini olumsuz bir noktaya taşıyacak, fena mı?” dedi.

Önce espri yapıyor zannettim, ardından işin ciddi olduğunu anladım. Sonraki yıllarda, propagandistlikle gazeteciliği karıştıran başka öğrencilerim de oldu, hepsiyle uzun uzun tartıştık. Şimdi dönüp baktığımda, kendimi görevini yapmış bir insanın huzuru içinde hissediyorum, fakat onların gazeteci olmuş hallerini gözümün önüne getirdiğimde, kafalarının bir yerlerinde bir tortu kaldığını düşünüyor, tedirgin oluyorum.

Türkiye, hakikatten çok kendi inancının propagandasını okumak isteyen insanlarla dolu. Eh, gazeteci adayları böyle olan bir toplumda gayet normal bir sonuç! Kendisini rahatsız edecek bir olguyu, ne kadar önemli olursa olsun gazetesinde görmek istemeyen bir okur! Gazetesi bunu görmekten kaçınamıyorsa, onu eğip büküp, yüreğini soğutacak hale getirdikten sonra vermesini isteyen bir okur! Bu ülkenin gazetecileri işte bu okurlara güvendikleri için bazı haberler bazı gazetelerde olmuyor, bazıları da olduğundan bambaşka bir biçime büründürülüyor.

TARAF