H. Türkmen’in Doğruhaber Röportajının TAM Metni

Hamza Türkmen’in vahdetle ilgili Doğruhaber gazetesinde eksik yayınlanan röportajının tam metni...

HAKSÖZ-HABER

Hamza Türkmen, 17 Mayıs’ta yayınlanan haftalık Doğruhaber Gazetesi’nin Müslümanların vahdeti konusunda kendisine gönderilen sorularla ilgili cevaplarının eksik yayınlandığını belirtip şu düzeltmede bulundu:

Vahdetle ilgili röpartajımdan özellikle Ali Şeriati’nin vurguladığı ‘Darut-Takrib’ çalışmaları, Suud ve İran rejimlerinin karşılıklı mezhepçilik asabiyesini öne çıkartmaları, Irak’ta Şiiler arasında sadece ABD işgaline Hizbu’d Dava ve Mukteda Sadr ekolünün karşı çıkması, Rehber Hameney’in ve Hizbullah’ın Sosyalist ve Nusayri Esed Rejimi ile ‘Direniş Hattı’ söylemini öne sürerek kurdukları ittifakı Suriye Müslümanlarıyla kurulacak vahdet ilişkisinin önüne geçirdikleri ile ilgili önemli vurgularım yayınlanmamıştır.

Ayrıca röportajın ön giriş yazısında belirtildiği gibi, Hizbullah Cemaati Lideri Edip Gümüş’ün vahdetin sağlanmasına yönelik açıklamasına destek verip vermediğimle ilgili şahsıma bir soru yöneltilmemiştir. Ben bu bağlamda Edip Gümüş’ün “Dışımızdaki Müslümanların da tavrı ve söylemleri doğru olabilir” ifadesini muhkem nass’a ters düşmeyen farklı yorum biçimlerini müsamaha ile karşılamamız kaydıyla önemli gördüğümü örnekleriyle ifade ettim. Ve bugünkü İran Yönetiminin laik ve tağuti Suriye Yönetimi’ne verdiği destekle bir akıl tutulması hali olan yanlış politikasından vazgeçecekse eski defterlerin karıştırılmayabileceğini belirttim.

Türkmen, “Ulustan Ümmete Programı dahilinde Tunus ve Libya gezilerine iştirak eden Sait Şahin’in ve Mehmet Göktaş’ın aktardığı izlenimler konusunda ise mutabık durumdayız.”  şeklinde açıklamada bulundu.

Türkmen, meramının doğru anlaşılabilmesi için, kendisine yöneltilen soru sıralamasına uygun olarak Doğruhaber’e verdiği röportajın kaydedilen metninin yayınlamasının konuyu açıklayıcı olacağını belirtti.

Kayıt altındaki röportajın soru sırasına göre tam metni aşağıdadır:

***

1-Arap Baharının yaşandığı Tunus ve Libya'yı gezip izlenimlerde bulundunuz. “Ulustan Ümmete” adıyla gerçekleştirdiğiniz ziyaretlerde bir anlamda ümmetin durumunu gözlemlediniz. Bu gözlemlerinizi vahdet bağlamında değerlendirmenizi istiyorum. Ümmet vahdet konusunda ne durumda?

I. Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen elleri birbirinden kopartılan, Doğulu ve Batılı emperyalist güçler tarafından ulus toplumlara bölünerek vesayet altına alınan coğrafyamızda 2,5 yılı aşkın bir süreden bu yana intifadalar veya devrimler süreci yaşanıyor. Cumhuriyet, Camahiriyye, Başkanlık, Krallık, Baascılık rejimleriyle şekillenen diktatörlüklere ve ülke halkları üzerinde oluşturulan zulüm ve ifsada karşı Ortadoğu’daki veya Müslüman Coğrafya’daki intifada ve devrimler sürecinde en fazla rol ve inisiyatif alan kesim Müslümanlar oldu. Ve Batılıların Arap Baharı dedikleri bu intifadalar sürecini de Müslüman toplumların siyasi, ekonomik ve kültürel olarak birbirlerine özgürce yaklaşacakları ve vahdete yönelen bir temelde birlikte iş yapma imkânlarına yönelecekleri bir kazanım olarak görüyorlar.

Müslüman Coğrafya’daki devrimler süreci açısından Tunus ve Libya’ya baktığımız da İslami kimlik, adanmışlık ve şahitlik adına ummadığımız bir potansiyelle ve tüm mahrumluklar içinde medeni özelliklerini korumuş ve geliştirebilmiş Müslümanlarla karşılaştık ve kucaklaştık. Tunus Devrimi ile 30 bini aşkın Nahda üyesi ve yöneticisi mahkûm özgürleşmiş, Libya’da da binlercesi… Libya’da Kaddafi diktatörlüğü süresince 45 bin kişi kayıp; anlatılara bakılırsa çoğu Libya çöllerinde üzerlerine benzin dökülerek yakılmış. Tunus’ta da mahkûmlara yapılan işkencelerde şehadete ulaşan 3 bini aşkın İslami hareket mensubu var.

Tunus’ta Nahda Teşkilatlanma Başkanı Amir bin Üreyyid, tüm muhalif bileşenlerle birlikte diktatörü devirdiklerini, bir devrim yaptıklarını belirtti. Onlara göre bu bir İslam Devrimi değil, bir Özgürlük Devrimi. Ama bundan sonra tüm Müslümanların gücüne dayanarak ve Müslüman olmayan unsarları da ikna etmeye çalışarak merhale merhale kazanılacak bir ıslah süreci yaşanacak. Asıl zor olanı Devrim’den sonra fıtratla ve vahiyle barışık bir toplum ve nizam meydana getirebilmek. Çünkü İslami ilkelerin siyasi, sosyal planda uygulamasına yönelik bu hedefe; ancak Müslümanların zihinsel ve ameli bir mutabakata ve vahdete yönelmeleri sonucunda varılacaktır. Onun için “devrim süreci” ifadesi vahdet doğrultusunda kazanımlarla ilgili bir vurgudur.

Bu süreçte Tunus’ta da Libya’da da, halkı Müslüman olan ülkelerde diktatörlere ve veyaset sistemlerine yönelik elde edilen kazanımlar veya gerçekleştirilen devrimler çok önemseniyor. Her iki ülkede de devrim süreçleri destekleniyor. Örneğin her iki ülkede de Suriye’de Müslüman direnişçiler, Baas Diktatörlüğü’nü yıkmadan kendi devrimlerinin bitmemiş olacağını belirtiyorlar.

Emperyalizmin eski yüzü ABD ve AB çizgisine, emperyalizmin yeni yüzü Rusya ve Çin emperyalizmine karşı ilk elde diktatörlük ve vesayet rejimlerinden kurtulan veya kurtulmakta olan halkı Müslüman ülkelerin, en azından siyasi vahdete götürecek ortak girişimlerde bulunması tekliflerine Tunus’taki ve Libya’daki yetkililerle konuşmalarımızda tanık olduk. Trablus’u özgürleştiren milislerin reisi Abdülhakim Belhac daha da ileri giderek şunu söylüyordu: “Libya’nın enerji zenginliği tüm ümmetin imkânıdır. Bu imkânda her Müslümanın hakkı vardır. Gelin imkânlarımızı birlikte işletelim ve geleceğimiz için kullanalım”. Tunuslu yetkililer ise özgürleşen Müslüman ülkelerin vahdetine ilk elde ortak bir parlementonun, ortak bir yüksek yargı kurumunun, ortak bir ekonomik konseyin oluşturulması ile adım atılacağını belirtiyorlardı.

Tunus’ta 2013 Mart ayında Frankofonların zeminini oluşturduğu karşı darbe girişimine 12 milyonluk Tunus’ta milyonları sokağa dökerek set çeken Nahda Hareketi’nin teşkilatlanma lideri Üreyyid, ulus devletler yaşadığı müddetçe birleşik bir İslam devleti veya paktının oluşabilmesinin zor olduğunu belirtiyor ve ulusçuluk hastalığından arınmamız gerektiğini vurguluyordu.

Batılı paradigmaya ait olan ulusçuluk statüsünden veya kutsalından ya da cahiliyyesinden kurtulma hedefinin gösterilmesi, Müslüman coğrafyada vahdetin önündeki en önemli engellerden birisini tespit etmek demektir. Vahdet hedefimizin önünde reel barikatlar var. Onlardan birisi de ulusçuluk illeti ve statüleridir. Bu konunun gündeme getirilmesi bile vahdetimiz için sevinç ve ümit verici bir düzeydir.

 

 2-Müslümanlar arasında vahdetin sağlanamamasının sebeplerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rahmetli Seyyid Kutup, Muhammed Hüseyin Fadlallah ve Fethi Şikaki, ayrıca Hasan Turabi yazdıkları kitaplarında yakın bir dönemde usuli’d-din temelinde vahdetin sağlanmasının zor olacağını; ama küresel kapitalizme ve emperyalizme karşı var kalabilmek ve ortak değerlerimizi savunabilmek için en azından “siyasi vahdet”i gerçekleştirmenin asıl olduğunu belirtmişlerdir. Ali Şeriati’nin de belirttiği gibi bu çabayı besleyen en önemli açılım ise, Mahmut Şeltut’un liderliğinde 1944’te Kahire’de yapılan “Daru’l Takrib” yani mezheplerin birbirine yakınlaştırılması konferansı olmuştur. İran İslam İnkılabı’nı Sünni dünyaya sevdiren de Ahbari Şia anlayışını aşan ve Daru’l Takrib çalışmalarıyla paralelleşen Usuli Şia anlayışı olmuştur.

İran Devrimi’ni ilk iki yılında Sünni dünyadaki en önemli oluşum İhvan Hareketi desteklemiştir. Ama İhvan’ın Suriye’deki tabanı İran Devrimi’ni örnek alarak Suriye’nin Şah’ı Hafız Esad’a karşı kıyam etmeye başlayınca Hama katliamı gerçekleşmiş, bu konuda siyasi içtihatlardan dolayı bir farklılaşma oluşmuştu. Süreç içinde gerek Suud ekseni gerek İran ekseni tebliğ ve ilişkilerini kendi mezhep algılarını yaymak için gerçekleştirmeye başladığı süreçte Daru’l Takrib Müessesesi adil olarak bir daha gündeme gelmemiştir.

2003 Irak Savaşı’nda da mezhebi yorumlarını akaidleştirenlerin yanlışlıklarının neticelerini gördük. ABD işgaline karşı direnişe Şia kesiminden sadece Muhammed Bakır Sadr’ın geleneğini devam ettiren Hizbu’t Dava ve Muhteda Sadr ekolu karşılık verdi. Dolayısıyla tutum ve yorumlarında ümmeti yeniden vahiy ekseninde inşa ve ıslah etmek doğrultusunda hikmet ve basiret gösteren, içtihadi yorumlara ed-din olarak bakmayan salihler ve şahitler dışında, dini ve hayatı algılamada taklitçilikten, mezhepçilik ve hizipçilik taassubundan kurtulamamış tarafların tutum ve yaklaşımları vahdet yolunun önündeki en önemli dikenlerdir.

Eylül 2011 yılında verdikleri demeçlerle Tunus, Mısır ve Libya devrim süreçlerini destekleyen, bu devrimlerin Müslüman halkların öz gücüne dayandığını ilan eden İran Devleti’nin rehberi Hamaney ve Lübnan Hizbullahı’nın reisi Nasrallah’ın, Ortadoğu’daki intifada veya devrim sürecinin rüzgârı Suriye’ye uzandığında Suriye’deki tağuti rejimi, “Direniş Hattı” söylemiyle savunmaya devam etmeleri önemli bir sorun oluşturmuştur. Oysa Sosyalist ve Nusayri Esed Rejimi ile kurulan ittifak ilişkisi, Suriyeli Müslümanlarla kurulacak vahdet ilişkisinin veya vahdet arayışının önüne geçmemeliydi.

Bu temenni sadece tevhidi uyanış sürecinin veya Sünni dünyadaki âkil alimlerin temennisi değildir. Bu temenni İran İslam İnkılabı’nın ilk taşıyıcıları olan Eski Cumhurbaşkanı Refsancani’den Muhammed Hatemi’ye, Ayetullah Fadlallah’in alim oğlundan Hüccetullah Muhammed Şeriati’ye ve çoğu kere de Irak’ta Maliki diktatörlüğüne karşı vahdet namazlarını koordine eden Şii ve Sünni gruplara kadar uzanmaktadır.

 

3-Hizbullah Cemaati Lideri Edip Gümüş geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir açıklamada vahdet konusuna vurgu yaparak, “herkesin bir süreliğine ‘dışımızdaki Müslümanların da tavrı ve söylemleri doğru olabilir’ deyip sadece kendi penceresinden meselelere bakmaktan biraz sıyrılmalıdır” diyordu. Vahdet konusunda böyle somut bir adım sizce mümkün mü?

Müslümanlar için şer’i ölçü olarak tartışılmaz olan kıstaslar delaleti açık muhkem ayetler ve mütevatir Muhammedi Sünnet’tir. Bunlar dinin sabiteleridir. Diğer yorum ve görüşlerimiz yorum ve içtihatlardır. Bunlar da değişkenlerimizdir. Değişkenlerimiz asıllarla ve vakıa ile çelişmediği sürece çeşitliliğimiz veya zenginliğimizdir. Edip Gümüş’ün “dışımızdaki Müslümanların da tavrı ve söylemleri doğru olabilir” dediği konu tabii ki önemlidir; ama değişkenlerimizle alakalı bir konudur.

Örneğin bir yönetimin yanlışlığı ve hataları uyarı ve mühlet verme yoluyla ıslah edilmeye çalışılabilir. Ama bir yönetimin halkına ve Müslümanlara işkence yapması, esir konuma düşürdüğü Müslüman kadınları iğfal etmesi her boyutuyla haramdır; bu haram maslahat adına meşrulaştırılamaz.

Yine Müslümanların ülkesinde laik bir yönetimin siyasi iktidarını, Rusya gibi yeni kapitalist ve İslam düşmanı bir tağuti güçle pekiştirmesi; haklarını talep eden Müslümanları İsrail’e atmadığı füzelerle sindirmesi ve katliam yapmasıyla ortaya çıkan vakıa, bırakınız İslam’ı, insanlık adına bile sağa sola çekilecek bir yorum ve görülmeyecek bir olgu değildir. Bu konudaki küresel emperyalizmin körlüğü, bizim vicdansızlığımız olamaz.

Bu konuda, Suriye’deki tağuti rejimin filleri değil; kararlarını gözden geçirecekse, belki bugünkü İran Yönetimi’nin akıl tutulmasını ifade eden Suriye politikası görülmeyebilinir. Bugünkü İran Yönetimi’nin Suriye ile ilgili bu yanlış politikasını değiştirmesi söz konusu olacaksa, eski defterler karıştırılmayabilinir.

 

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"