Güvenlik söylemlerinin günah keçisi: Müslümanlar

Ali Mete, Irkçılık araştırmacısı Prof. Dr. İman Attia ile ırkçı saldırganlıklar karşısında Müslümanların konumunu konuşmuş.

Ali Mete / Perspektif.eu

Güvenlik söylemlerinin günah keçisi: Müslümanlar

Son yılların en revaçta olan konularından biri güvenlik. Özellikle de Müslümanlar söz konusu olduğunda. Siz bu söylemin hegemonik olduğunu iddia ediyorsunuz. Bundan kastınız nedir?

Hegemonik söylem yaygın, yönlendirici niteliğe sahip bir söylemdir. Aynı konu üzerinde başka olasılıkları konuşmak mümkün iken belirli bir söylemi zorla dayatmaktır. Genel geçer ya da teyit edilmiş bilgileri sunmak yerine sınırlı bir bakış açısı sunarak olguları belirli bir biçim ve şekilde görmeyi ve konu etmeyi istemektir. Hâlbuki aynı olgular başka toplumsal bağlamlarda, başka bakış açılarıyla başka anlamlara gelir. Farklı durumları kendi lehine kullanan hegemonik söylem kendi planlı çıkarlarını diğerlerinin çıkarlarının üzerine çıkarmayı ve bunları genel geçer bilgi gibi sunmayı başarır.

“Hegemonik güvenlik söylemi” ne zamandan beri var ve bu söylemin özellikleri nelerdir?

İslam’ı tehlike ve Müslümanları güvenlik riski olarak göstermek oldukça eski bir alışkanlık. Bu söylem 15 ve 16. yüzyıllarda Endülüs’ün çöküşünden hemen sonra Müslümanların bölgeden sürülmesinin gerekçesi olarak kullanıldı. Müslümanların yeni kurulan Katolik İspanyol-Portekiz egemenliğine sadık olamayacakları ve ülkenin birliği için tehlike teşkil edecekleri düşünülmüş; farklı dinlerin birlikte yaşayabilmelerinin ve dinî pratiklerini ifa edebilmelerinin mümkün olmadığına inanılmıştı. Bu söylem Müslümanlar, Katolikler ve Yahudiler 800 yılı aşkın süre birlikte yaşamış olmalarına rağmen egemenlerin yararına kullanılabilmiştir.

Bu tasavvur daha sonra diğer ülke ve milletler tarafından da benimsenmiş; Müslümanlara yöneltilen sadakatsizlik suçlamalarının gerekçesi ve  17. yüzyıl başında zirveye ulaşan Müslüman sürgünleri gibi tedbirlerin temeli hâline gelmiştir. Hatta Müslümanların tehcir ve sürgün edilmeleri yetmemiş olmalı ki Hristiyanlığı kabul etmiş Müslümanlara (ve Yahudilere) ve çocuklarına, torunlarına karşı da tedbirler alınmıştır. “Kanın ariliği” (limpieza de sangre) doktrininin gereği olarak bu gruplar önemli toplumsal alanların dışında tutulmuştur.

Bir diğer örneğine emperyalizm faaliyetleri sırasında rastlanır. Müslümanlar Avrupa tarafından 19 ve 20. yüzyıllardaki sömürge planlarını akamete uğratacak bir tehdit olarak görülmüştür. 1900’lü yılların başında düzenlenen Berlin kolonyal kongrelerinde siyasiler ve İslam bilimcileri ile sömürge idarelerinin ve misyoner hareketin temsilcileri, Alman sömürgelerinde sömürge karşıtı direniş gösteren ve sömürgecilerin güvenliğini tehlikeye atan Müslümanlara nasıl davranılması gerektiği üzerine tartışmalar yürütmüştür.

Her iki durumda da suçlamaları gerçekten haklı çıkaran birtakım Müslüman gruplar olmuştur. Tıpkı mevcut siyasi egemenliğe karşı eleştirel tutum takınan ya da direniş gösteren grupların her toplumda olması gibi. Bu grupların söylemlerini ve eylemlerini genelleştirmek; Müslüman oldukları için bunların İslam’ı yansıttığını iddia etmekse hegemonik çıkarların suistimal ettiği bir konu olup ırkçı tartışmaların bir parçasıdır.

Benzer bir tutumu günümüz tartışmalarında da görebiliriz. Şiddet yanlısı Müslüman gruplar kamuoyuna hegemonik söylem aracılığıyla İslam tehlikesi adı altında pompalanır. Üstelik Müslümanların ağırlıklı çoğunluğunun bu şiddetle hiçbir alakası yokken.

Yüzyılları aşan bu güvenlik tartışmaları günümüz Müslüman cemaatlerinin davranışlarına ve İslam tartışmalarına nasıl etki ediyor?

İslam’ı ve Müslümanları güvenlik tehditi olarak kabul eden ve buna uygun tedbirler alan bir toplumda yaşamanın Müslümanlar için elbette bedelleri var. Güvenlik tehdidi olarak görülen Müslümanlar ve insanlar medya, okul, sokak, doktor, kuaför gibi yerlerde yaralayıcı ve aşağılayıcı bir tutumla yüzleşmek zorunda kalırlar ve eylem alanları da bu tutum tarafından sınırlandırılır.

Cemaatler ve dernekler de gözetim altında oldukları ve kontrol edildikleri düşüncesiyle hareket etmek, kendi seçmedikleri konularla uğraşmak ve hiç alakalarının olmadığı olaylara tavır koymak zorunda kalırlar. Maddi destekleri kesilir ya da üstlenmek istedikleri görevlere uygun olmayan alakasız şartlar getirilir.

Her cemaat bu durumla farklı şekilde başa çıkar. Nihayetinde kendi taleplerini bütünüyle gözden çıkarmadan nelerden feragat edebileceklerine karar vermekten başka seçenekleri yoktur. Güvenlik söylemi ise böylece cemaatin temel görevlerine, yeterliliğine ve üyelerinin ihtiyaçlarına istikamet veren bir şeye dönüşür.

“Muslimischsein im Sicherheitsdiskurs” (Güvenlik Tartışmalarında Müslüman Olmak) isimli yeni kitabımızda bu tip tehdit durumlarıyla başa çıkmaya yarayacak birtakım ipuçları ve tavsiyeler verdik. Kitapta bulunan üç araştırma alanından ilkinde İslam tartışmalarının Müslümanlar üzerinde, hem özel hem de iş yerleri dâhil kamusal hayatlarında çok somut etkileri olduğunu açıkça ortaya koyduk. Diğer iki alanda ise güvenlik tartışmalarının medya ve siyaset tarafından nasıl alımlandığı ve bu alanlardaki temsilcilerin bu konuyu nasıl değerlendirdikleri üzerine yoğunlaştık. Zira medyaya yansıyan ve siyasi niteliğe sahip İslam tartışmaları güvenlik konusunu sürekli ve yeniden gündeme getirmektedir.

İfade ettiğiniz üzere Müslümanlar hiçbir alakalarının olmadığı suçlamalara maruz kalıyor. Bu tip ön yargılarla nasıl başa çıkıyorlar peki?

Güvenlik söyleminin doğurduğu stereotipler, engeller ve dışlamalarla başa çıkma yöntemleri çok çeşitli olsa da bazı yöntemler daha sık kullanılabilmektedir. Akla kaçınılmaz olarak şu sorular gelir: Kendi çıkarlarını temsil edebilmek için güvenlik söylemine dâhil olmak mı gerekir yoksa dâhil olmamak mı daha iyidir? Cemaatler radikallik karşıtı destekleri gençlik çalışmalarında kullanmak üzere kabul edip bu desteğin sağladığı karar alanı içinde kalsa ve bu işi başkalarına bırakmasa daha mı iyi olur? Yoksa destek almadan kendi şahsi ve mesleki imkânları nispetinde bu sorunlarla başa çıkmaya çalışıp, araçsallaştırılma tehlikesinden uzak mı kalmak gerekir?

Gözlem altında tutulan gruplaşmaların desteklenmesi mi yoksa görmezden gelinmesi mi gerektiği sorusu da pek çok Müslüman ve Müslüman cemaat için son derecede önemli. Zira iletişimde olmaları bile suçlanma ihtimallerini arttırıyor. Bir yandan gözlem altında tutulan dernekleri korumaya kendilerini mecbur hissederler çünkü suçlamaların çoğunlukla dayanaksız olduğunu ve kendilerinin benzer bir duruma düşmelerinin an meselesi olduğunu bilirler. Diğer taraftan da gözlem, kontrol ve yaptırıma maruz kalmaktan haklı olarak korkarlar.

Kitabımız için gerçekleştirdiğimiz tüm odak grup görüşmelerinde muhataplarımız Müslümanların özel durumları sebebiyle farklı ayrımcılıklara maruz kalabileceklerine dikkat çektiler. Bu sebeple bu sorunlarla başa çıkma seçeneklerinin ucu açıktır ya da başka bir deyişle onlara kalmıştır. Güvenlik söylemi tüm Müslümanlara tehlikeli damgası vursa da her Müslüman bunu farklı biçimlerde deneyimler. Mesela kadınlar erkeklerden farklı bir muameleye maruz kalırlar, gençler de yaşlılardan. Mesela kadınların bazıları gençleri ve erkekleri koruma zorunluluğu hissederler, onların daha çok tehdit altında olduklarını düşündüklerinden. Erkeklerin bazıları stereotipleri onaylamaktan korktukları için başörtülü Müslüman kadınları korumaktan çekinir ve kendilerini yetersiz hissederler. Yetişkinlik çağında göç ettiği için dinî pratikleri ve toplumsal aidiyeti sorunsuz olan kişiler güvenlik tartışmalarını bu sorunla büyüyen kişilere göre daha farklı algılarlar.

Bir görüşmede katılımcılar kamusal alanda hangi kitapları okuduklarını aktardılar. Kendisi göç etmiş genç bir erkek, terörist muamelesi görmemek için Arapça romanını Der Spiegel’in içine saklayarak okuduğunu anlattı mesela. Başörtülü genç bir Müslüman kadın Women in Islam dergisini herhangi bir toplu taşıma aracında okumak konusunda tereddüt edeceğini, çünkü aşağılanarak alay malzemesi olmak istemediğini paylaştı. Dolayısıyla kitap okumak gibi basit bir eylemi kamusal alanda gerçekleştirmek için bile Müslümanların düşünmesi, diğerlerinin tepkilerini hesaba katması gerekiyor.

Ayrıca Roman ya da siyahi ya da Filistinli Müslümanlar gibi daha farklı referanslar söz konusu olduğunda güvenlik söyleminin daha spesifik dışlama biçimleri, stereotipleri ve yorumları olduğu görülüyor.

Başa çıkma yolları şahsi imkânlara ya da tercihlere göre değişiyor. Ancak Doğu’nun ve İslam’ın asırlık imgeleri tarafından şekillendirilmiş somut beklentiler ve durumlar da bu konuda etkili. Uzaklaşmadan dayanışmaya; tartışmadan kaçınmaktan direnmeye; suçlamalara cevap vermekten hedef şaşırtmaya kadar bir dizi başa çıkma stratejisi katılımcılar tarafından duruma göre kullanılıyor.

Güvenlik söyleminin yeni anahtar kavramlarından biri de şüphesiz ki “siyasal İslam”. Siyasal İslam bu tartışmanın tam olarak neresinde?

İyi ve kötü Müslüman arasında ayrım yaparak hor görme, stereotipleştirme ve ırkçılık suçlamalarına meşru bir zemin oluşturma çabası yeni bir hadise değil. Ancak bu ayrım sadece görünürde, İslam’ın ve Müslüman olma hâlinin çeşitliliğini ve karmaşıklığını yıkmaya muktedir değil. Yine de bu ayrım İslam’ı kamuoyunda öteki olarak konumlandırmak konusunda; hem iç hem de dış siyasette katı ve antidemokratik tedbirleri haklı çıkarmakta oldukça elverişli.

İslam tarihine baktıklarında Müslümanlar, siyasi mücadelelerin İslami referanslarla birleştirildiği farklı durumlar görürler. Ancak bu da yine öyle farklı biçimlerde gerçekleşir ki bunları tek bir düşünce etrafında birleştirmek mümkün değildir. Mısır’da örneğin İhvan-ı Müslimin, sömürgecilikle mücadelede Müslüman kimliğini öne çıkardığı için halkın büyük çoğunluğundan destek gördü. Buna karşın Suriye’de IŞİD, askerî gücünü kendi halkına karşı kullanıyor, bu sebeple bizzat kendi halkı bunların İslam adına hareket etmediğini düşünüyor ve DAEŞ kısaltmasına bariz bir mesafeyle yaklaşıyor.

İslami olduğunu iddia eden bu karşıt siyasi hareketlerin “siyasal İslam” ile eş değer görülmesi tamamen yanlış bir değerlendirme olup tüm siyasal İslam hareketlerinin söylem gücünü yitirmesine neden olur. Tarihte yaşanan olayların kendine has durumları somut şekilde analiz edilmediği zaman, eski sadakatsizlik suçlamaları yeniden piyasaya çıkar: Müslüman olduğu bilinip siyasi alanda faal olan insanlar “siyasal İslam” ile yaftalanır, eylem olanakları sırf dinî kimlikleri yüzünden sınırlandırılır ve içinden çıkamayacakları vicdani hesaplaşmalara mahkûm edilir.

Güvenlik söyleminde Müslümanların günah keçisi ilan edilmesi, kendilik algılarına ve belki dinî duruşlarına zarar verdiği söylenebilir mi?

Müslüman olduğu bilinen insanlar stereotipleştirmenin somut ve aşikâr sonuçlarıyla kendi kendilerine başa çıkmak zorunda kalırlar. Bunun elbette birbirinden farklı bedelleri var. Bu bedeller sorgusuz sualsiz kabul edilmez ya da kolayca hazmedilmez. Bunun da elbette ki kendilik algısına etkisi olur. Sonuçta kişi kendini kontrol etmeli ve savunmalı; burada ve böyle oluşunu gerekçelendirmeli, normalliğini ve var olma hakkını ispatlamalı ve araçsallaştırılmaya müsaade etmemelidir. Bu çaba yorucudur, pek çok başka unsura bağlıdır ve inciticidir; erişimi engeller ve eylem olanaklarını sınırlandırır.

Fakat bu durum kişinin kendilik algısını daha yüksek ve başka bir seviyeye çıkarmasına da neden olabilir. İnsanları ve cemaatleri güçlendirebilir ve bir araya getirebilir. Grup görüşmelerinde katılımcılar sadece heyecanlı tartışmalar yürütmedi; aynı zamanda çözümler de ürettiler ve çokça güldüler. Fakat bu durum kimseyi insanların ve cemaatlerin bu süreçleri tercih ettiği yanılgısına düşürmemelidir; zira bu durum insanları aynı zamanda gücendirebilir ve cemaatleri birbirinden koparabilir.

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"