Günümüzde İslâm Devleti kavramı hakkında ve bunu oluşturmak için ortaya konan hareketler üzerinde daha alimce, fakihçe ve daha soğukkanlı durmak ve böyle yaklaşmak gerekir. Benim şöyle bir tespitim var: Türkiye'de devleti genellikle mühendisler, seküler bilim alanlarında okumuş ve yetişmiş insanlar yönettiği gibi dünyada da İslâm Devleti hakkında konuşan, İslâm Devleti'ni oluşturmak için bir harekete liderlik eden insanlar arasında, merhum Humeynî'yi ve merhum Aliya'yı istisna edersek, pek fakih ve hakîm yoktur. Yakın çevrelerinde tuttukları ve tavsiyelerine önem verdikleri İslam alimleri de ya yoktur veya azdır, yetersizdir.
Sonra bütün bu insanlar bulundukları toplumda öngördükleri hareketi, hür bir ortamda değil, bir baskı altında sürdürmek zorunda kaldılar. Bu da ortaya konan her fikrin, her davranışın tepkisel olması sonucunu doğurdu. Asıl kaidelerden ve ideal düzenden uzak kalındı.
Bir de bu hareketleri yürüten zevatın çoğunun selefî çizgide olmaları vâkıası vardır. Selefî anlayış, genel olarak hikmet çizgisinden biraz uzak kalmıştır. Ben burada hikmeti, yalnızca felsefe olarak değil, felsefe, fıkh/kelam ve tasavvuf olarak alıyorum. Binaenaleyh daha ziyade hikmet-i İslâmiyeyi kastediyorum. Hikmet-i İslâmiye'yi de yalnızca bilgi olarak almıyorum. Aynı zamanda eğitim boyutunu da göz önünde bulunduruyorum. Dolayısıyla da tasavvufu/zühdü devreye sokmuş oluyorum.
Selefî çizgi önemli ölçüde zahircidir, nasscıdır. Tabii ki, onlar iyi niyetlidir. Onların da ruhani ve deruni yanları vardır. Fakat bu cihetin mekanizmalarını oluşturmamışlardır. İşte bu söylediğim gerekçelerin etkisiyle siyasi İslâm ve İslâm devleti söylemi, bazen derinlikten yoksun, sathi, tepkisel ve dengesiz bir oluşumu ifade etmektedir. Yani vurgulanması icâb eden İslâm'ı gözardı eden; İslam'ın bir kısmının da altını çizip hep onu öne süren bir tavır sergilenmiştir. Bu bakımdan hareketlerin sağlıklı olduklarını söylemem mümkün değildir. İslâm'ın siyasi yönü ve yanı ihmal edilemez; ancak İslâm bundan ibaret değildir.
Ben İslâm perspektifinden hayata ve dünyaya baktığım zaman iki şeyi birbirinden ayırıyorum. Birisi hem kuralların keşfi, hem de problemlerin çözümü bakımından Kitap'taki; ideal, mükemmel olan İslam, diğeri ise yerdeki, önümdeki, içinde bulunduğum şartlarda gerçekleşen İslam.
Konjonktürel konum ve yaklaşımdan, vakıadan hareket ettiğimizde şunu söylemek istiyorum: Aslında Peygamber Efendimiz (s.a.), Allah'ın en mükemmel kuludur. Onun gibi ikinci bir Allah kulu yoktur. İslâmi değerlendirmelere göre Hazret-i Ebubekir'den başka bir Ebu-bekir de yoktur. Demek ki, o da bir zirvedir ve ondan sonrakiler onun altında sıralanırlar. Fertler için bu geçerli olduğu gibi nesiller için de geçerlidir. Mesela, sahabe nesli, tabiîn nesli, etbai tabiîn ve sonraki nesiller hayattaki İslâm'ın mükemmellik ve eksikliğine nisbetle zirveden aşağıya doğru sıralanmışlardır. Şu halde teori ile pratik, ideal ile reel arasında hep fark bulunmaktadır. Burada bazıları 'İslâm mümkün değildir' diyebilmektedir. Ben bunu çok tehlikeli bir tuzak olarak görüyorum. Çünkü bu tavırda şöyle bir yanlış bir varsayım vardır:
'Allah mükemmel olmayanı kabul etmiyor, mükemmel olmayan uygulama İslâm olarak kabul edilemez!'
Halbuki öyle değildir. Günah da öngörülmüştür. İnsanların günah işlemesi her zaman için mevzubahistir. Bunun akabinde ise tövbe devreye girer. Ayrıca günahlarımızın derecesine göre dünyada ve ahirette bir sıfatımız ve karşılaşacağımız muameleler vardır. Bunun için, 'mükemmel değilse, islâmi değildir' denemez. Niyetiniz İslâm ise, İslâm'ın anahtar kavramlarına bağlıysanız, bunları tatbik etme yolundaysanız, fert olarak da, toplum olarak da Müslümansınız demektir. Ama kusurlarınız, zaaflarınız vardır. İmdi, kusurlu bir müslüman olunuyor ve madem ki mükemmel olmasa da onun en yakınını yakalamak ve onu hayata tatbik etmek de dini oluyor, din bizi mükellef kıldığında şartlarımızı da dikkate alıyor, bazen de zaruretler yasakları kaldırabiliyor; öyleyse biz şimdi mutlak bir İslâm'ı öne çıkarıp, 'varsa bu İslâm'dır, yoksa değildir' dersek ve bütün çözümleri, olup bitenleri, şartları nazar-ı itibare almadan, ortaya koyar veya değerlendirirsek bir anlamda İslâm'dan uzak düşmüş oluruz. Belki de islâmî dönüşümü imkânsız kılarız.
YENİ ŞAFAK