Musa Üzer’in sunumunu gerçekleştirdiği seminerde kısaca şunlar ifade edildi:
Bugün Müslümanlar Olarak Hayatımızı Allah’ın İlkeleri Değil, Modern Cahili Kabuller Belirliyor.
Son zamanlarda yaşadıklarımızı gözden geçirirsek İslam ile Müslümanlar arasında uyumsuzluk anlamında derin bir krizin yaşandığına şahit oluruz. Müslümanlığın ne manaya geldiğiyle ilgili yoğun çalışmalar yapmamız gerekiyor. İçinde yaşadığımız Müslüman toplumlara sirayet eden İslam dışı kutsal addedilen şeyler, insanların yaşam biçimleri, ahlaki çözülme, siyaset adına yapılan birtakım haksızlıklar bizi böyle bir araştırmaya sevk etmelidir.
Nasıl bir hayatı yaşıyoruz? Cahiliye kuşatması altında bir dönemi yaşadığımızın farkında mıyız? Çoluk çocuğumuzun tercihleri, hayat algısı, insanların ekonomiye, siyasete, hukuka yükledikleri anlamlar, eğlence, alış veriş, sosyal anlamda insanlarla kurulan ilişkilerin hangi zeminde gerçekleştiği, toplum yaşamı, metropol yaşamı gibi tüm bu hayat alanlarını İslami ilkeler doğrultusunda bir düzenleme hassasiyetine sahip miyiz? Müslümanların sadece kendi hayatlarını değil diğer insanların da dünya ve ahiret hayatında kurtuluşunu hedefleyen, İslam adına yaşanacak hak, hukuk, adalet konularında Rabbimiz emrettiği için düşünce ve eylemlerimizi yaşamlaştırabildik mi?
Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada yapıp ettiklerimizden ahirette hesaba çekileceğiz. Bu bilinçle şahsiyetimizi, İslam dünyasıyla ilgili öngörülerimizi, dünyada varlık adına anlamlandırdığımız her ne varsa bunlarla ilgili Allah’ın vaaz ettiği külli kaideleri hayatileştirebildik mi sorularından başlamalıyız.
Her şeyi yaratan Allah’tır. O her şeyin sahibidir. Zamanın, başlangıcın, sonun, sonsuzluğun, tüm âlemin sahibi O’dur. O’nun yaratmasıyla hayatımızı yaşamaktayız. O bize hamdedeceğimiz nice nimetler bahşetti. Rahman, Rahim olan yüce Rabbimiz tüm insanlar adına ilkeler vaaz etti. Ahlaka, adalete, takvaya, siyasete, ekonomiye, eğitime, tercihlerimize dayalı neler yapacağımızla ilgili prensiplerin yekûnu olarak dinimiz İslam’ı bize nimet olarak indirdi. Bizi halife olarak vasıflandırdı. Yeryüzüne bizi varisler kıldı. Bize kitabı indirdi. İnsanoğlu bozuldukça veya yeryüzünü bozdukça düzeltmek için yüzlerce peygamber gönderdi. Yetmedi ıslah olsunlar diye yeniden kitabı indirdi. Bu âlemde yaşıyorsak sorumlu olduğumuz bir hayatın olduğunu, bizim için seçilmiş dinimizden hesaba seçileceğimizi, her daim hep birlikte yada tek başına bile olsak, tek başına ümmet olan İbrahim as bilinciyle, bize şah damarından daha yakın olan Rabbimizin bizi her zaman gözettiğini unutmadan kuşatıcı bir muhasebe içinde olmalıyız. O bize neye inanacağımızı tarif etti. Hangi ilkelere bağlı hayatı yaşayacağımızı bize bildirdi. İhtiraslarımıza, yakınlarımızın isteklerine, kavmimizin önceliklerine bağlı bir adalet ve ahlak anlayışımız olamaz.
Biz, her şeyimizi O’nun emirleriyle bizim için belirlediği işaretler doğrultusunda şekillendirmek zorundayız.
Tüm dünyada son üç yüz yıldır çok farklı bir döneme girildi. Yeryüzünde etkisini genişleten, tüm insan topluluklarına aynı ideoloji, aynı yaşamı öngören yeni anlayışlar gelişti. Adeta din gibi yaygınlaştı, benimsendi ve kendi oto kontrol sistemini var etti. Fikren ve teknolojik açıdan ürettiği etkin sistemlerle insanlığı kendi formuna mahkûm hale getirdi.
Bu gün bunlardan biri olan milliyetçilik çok etkin bir olgu olarak yaşanmaktadır. İnsan topluluklarını sadece kendi ulusal sınırlar içinde kendilerini merkeze aldıkları diğer insanları başkaları gördükleri bir konuma sıkıştırdı. Hak, hukuk, sosyal yaşam, güvenlik, eğlence, tüketim, pazar her ne akla geliyorsa önce kendi ulusal çıkarlarını merkeze alan diğer insanları ister Müslüman olsunlar ötekileştiren bir anlayışı var etti. Yaşam kodları ahlaktan adaletten siyasete bu ideal mefkure gözetilerek tanzim edilmeye başlandı. İnsanlar birbirleriyle anlaşamadıkları konularda milliyetçi öğeleri arkalayarak birbirleriyle şiddet, nefret içeren savaşlara tutuştular. Maddi manevi değerler beşerin belirlediği sınırlarla ele alınıyor. Beşer adına, beşerin tanımladığı ideolojik kabuller doğrultusunda gelişiyor form kazanıyor. Düşünce veya pratik hayat öğeleri bu gerekçeyle anlamlandırılıyor.
Modern çağ olarak adlandırılan bu günün insan topluluklarını kurdukları devlet, bürokrasi, nesillerin geleceği, eğitim, tüketim, kültürel öğeler, anayasa, parlamento, üniversite, hukuk ve siyaset alanlarını kendi koydukları beşeri kurallarıyla tanzim etmelerine rahmetli Seyyid Kutup ‘modern cahiliye’ adını vermişti. Bu kavramı nitelerken insanların belirledikleri kurallar için birbirlerine karşı nasıl acımasızlaştığını, bilhassa Müslümanların ümmet olduklarını unutup birbirlerine karşı nasıl düşmanlaştıklarını, vatan, millet, bayrak, önderlerini kutsayarak onların nasıl dünyevileştiklerini ve saptıklarını ele almıştı. Rahmetli Kutup Kuran’dan hükümlerden ve Rasulullah(as)ın örnekliğinden çıkardığı bu tezleri için hayatını da feda etmekten kaçınmadı.
Allah’ın yeryüzüne seçtiği dinin mensupları halife olduklarını unutup kişisel ihtiraslarıyla sevgi, nefret, güç birliği, ittifak, dayanışma konularını anlamlandırmaya başladılar ve bu sebeple Allah’ın kitabını devreden çıkardık. Allah’ın Rasulü’nün örnekliğini terk ettik Allah da bizi nimetsiz bıraktı, böylece inhirafa uğradık ve bütün küffar ehli, münafıklar üzerimize çullandılar. Batılı müstemlekenin parçalanmış ümmete dayattığı diktatörlük rejimleri yüzünden zaaf dolu, niteliği zayıflamış, seküler ideolojilerin müntesibi toplumlar haline geldik.
Rasulullah’a (s) ve sahabe kendilerini vahyin inzal olduğu toprakla sınırlı tutmadılar. Bütün yeryüzünü imtihan mekânı olarak kavrayıp Allah’ın mesajını her yere götürme kararlığında oldular ve bunu biiznillah başardılar. Onlar, sadece kendi dertleriyle dertlenmediler. Dünyayla ilgilendiler. Rum yenildi, onu gündemlerine aldılar. İslam çok kısa zaman içerisinde Afrika’ya, Asya’ya en uzak beldelere ulaşan bir din haline geldi. Böyle bir dinin varisleri olan bizlerin bugün eğer ümmet olarak yeniden toparlanmak, yeryüzünde yeniden İslam’a dair bir uygarlık istiyorsak aynı şeyi yapmamız gerekiyor. Yeniden Kitaba, Rasule ve ahiret gününe iman ederek İslami bir diriliş ve ümmet olarak uyanış içine gireceğiz.
Birkaç olayı tahlil ederek ilkelerimizle güncel meseleleri fıkhedişimiz arasında bağ kurmaya çalışalım. Örneğin; 28 Şubatı hatırlayalım. O gün boğulduk, bittik modundaydık. Ne oldu, bugünleri o zamanlardan hayal edebilir miydik? Allah günleri aramızda dolaştırmaktadır. Bazen rahatta, bazen darlıkta imtihanımız sürmekte. Hayatımızda yaşadığımız tüm olaylar karşısında tavrımızı belirlerken şahitlik kavramını gündeme getiriyoruz. Olumsuzluklar karşısında ümitsizlik yerine onları ıslah etmenin planlarını yapıyoruz. Aslolan tüm bu değişim eylemini gerçekleştirirken mücadelemizde iman, adalet ve ahlak kurallarından vazgeçememek olmalı. Bir tanesi Allah nasip ederse olacak bir şey, diğeri ise Allah’ın bizden her zaman istediği şey. Biri yerine getirilme zorunluluğu olan bir ibadet. Diğeri, Allah nasip ederse lütfedilen şey. Önemli olan ikisi arasında ki dengeyi kurabilmektir. Ne acilci yöntemler içerisinde sonuca odaklı, faydacı, kestirme yoldan hedefe varmak tutkusu içinde olacağız ki bu bize her zaman hata yaptıracaktır. Çünkü fıtrata ters bir yöntemdir. Ne de sonuca ulaşmayı gözümüzde büyüterek iyice gündemden uzaklaşarak ve görevimize karşı ilgisiz bir duruma gelerek mücadeleden vaz geçeceğiz. Bu ikisi de doğru değil. Doğru olan Mümince mücadeleci tutumumuzu sürdürerek kararlı bir şekilde Allah’ın rızasını umarak yeryüzündeki hayatımızı sürdürmek olmalıdır.
Bugün Suriye’de direnen kardeşlerimizin mücadelesinde onları‘kaybettiler’ olarak değerlendirenler var. Peki gerçek böyle mi? Bu adil bir bakış mı? Meselelere milliyetçi değerler ve ulus paradigmasıyla baktığınızda Suriye’de olanlar sizi pek ilgilendirmemeli. Ama olaylara Allah’a kulluğumuz zaviyesinden bakarsak, Suriye’de yaşanan ağır vesayet koşullarına halkın yöneldiği hak talebine karşılık Baas rejiminin en sert yöntemlerle karşılık verdiğini görmemiz gerekir. Rejimin halkı öldürerek cezalandırması, veya en ağır işkencelere tabi tutması gibi uygulamalar karşısında halkın protesto kararlılığını sürdürmesine karşın ordu içindeki bazı subayların ayrılarak silahlı direnişi başlatmalarıyla silahlı direnişin başladığını unutmamalıyız. Kara ve havadan en ağır bombardımanlayenemediği Suriye halkına karşı Esed rejiminin yardımına koşan İran Rusyave ABD’nin direnişi bastırmak isteği karşısında Suriyeli kardeşlerimizin vermiş olduğu mücadelede 7 yıldır binlerce ölümler oldu. Öldüren kim: Esed, İran, Rusya, ABD, PYD katiller sürüsü belli. Onların katliamını görmeyenler ne diyorlar ‘direniş kaybedildi’, ‘elinize ne geçti’ vb. Müslümanların zalim bir rejime karşı verdikleri izzet mücadelesini küçük görmek Amerika’nın, Rusya’nın, İran’ın, Esed’in tezleriyle konuya yaklaşmak ne kadar ahlaklı, ne kadar adil olur? Bu tarz bir perspektifin ahirette Rabbimiz tarafından bir karşılığının olmayacağını mı hesaba katmayacak mıyız, Müslümanlar olarak? Ahlaksız bir şekilde Suriye'de muhalefet yenildi diyenler, kısa bir süre içerisinde rejimin devrileceğini nereden çıkarıyorlar? Esas rejim, İran ve Hizbullat muhalifleri kısa sürede temizleyeceklerini ve ayaklanmayı bastıracaklarını iddia ediyorlardı. Yedi yıldır rejimin devrilmemiş olmasından hareketle muhaliflere söz söyleyenler aynı mantıkla örneğin yüzyıllık İsrail işgaline de yaklaşsalar ya! Oysa söz oraya gelince “bin yıl da sürse direneceğiz” edebiyatını dillendirmekten çekinmiyorlar. Adalet ve vicdan Suriye halkı direndiği müddetçe bizim de onlarla birlikte direnme zorunluluğunu getiriyor oysa.
Siyasi hesapların, komplo teorilerinin, mezhebin, ulusal değer yargılarının doğru olduklarına kanarak, bu bozuk tasavvurun Allah’ın Müslümanlardan istediği velayet kardeşliğinden, dayanışmadan, Allah için aynı safta kenetlenmekten, Müslümanca haktan, hukuktan, adaletten daha değeli mi olduğunu savunacağız.
15 Temmuzda Müslümanlar olarak direndik. Meydanlara inançlı mümin insanlar çıktılar ve direndiler. Sokakta sol kesimler yoktu, faydacı üçkâğıtçılar da yoktu. 250 kardeşimiz hain darbeciler tarafından şehit edildiler. Bugün devlet bu hainlere karşı mücadelesini sürdürmektedir. Gerçekte Fetönün darbeyi yapan, tasarlayan, savunan ve bu konuda rol aldığını sahadaki eylemleriyle açıkça ortaya koyan hainlere karşı verilmesi gereken mücadelede hata yapıldığı yetkililerce kabul edilen bylock konusunda olduğu gibi hatalar yapılıyorsa, mağduriyetler yaşanıyorsa burada adil şahitlik yapmayalım mı? Vasat ümmet olma vasfımızı yok mu sayalım. Vurun öldürün mantığıyla hareket ederek seküler beşeri ideoloji taraftarları gibi mi davranalım. Allahu Teâla bizden adil olmak konusunda ve insanlar arasında ayrımcılık yapmamak, mazlumlardan yana tavır almak konularında, hak ile batılı ayırt etme hassasiyetinde emr olunduğumuz gibi dosdoğru olmayı emretmiyor mu?
Neden korkuyoruz? Bu kadar birikimimiz tecrübemize rağmen aramızda oluşturmaya çalıştığımız istişari birlikteliğimize rağmen adil olmak konusunda bu ürkekliğimiz neden? Hayatımızı ve ölümümüzü yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için yaşamlaştırma mücadelesinde, bunca emeklerimize rağmen neden korkuyoruz, fetöcü olmaktan mı korkuyoruz. Şeytanlaşmaktan mı korkuyoruz. Şundan emin olalım ki; bizleri benzer şeytani mecralara sürüklemeyecek tek amil Kuran’ın öngördüğü adalet, ahlak, siyaseti, insanları yönetme işini, hayatın tüm alanlarında Rabbimize vereceğimiz hesap bilinciyle açık bir şekilde yaşayacağımızı, İslami kimliğimizle vereceğimiz mücadelede her zaman kararlı, açık tavırlı ve net bir duruş sergilediğimizi ortaya koymak olmalıdır.
Üstünlük sadece takvadır. İslami mücadelenin içine olanların dün, bugün ve gelecekle ilgili tasavvurlarını geliştirirken yapmaları gereken sadece İslam’ın esasları olmalıdır.
Kardeşlerimizin mücadelesinde onlar kaybettiler diye düşünenler acaba benim olayda rolüm ne, zalimlere sessiz kalmakla onlara destek noktasında katkım ne diye düşünmesi gerekmez mi? İran’a, Hizbullat’a söz söylemeyen, onların yaptıklarını tasvip eden, zulümlerini meşrulaştıranların bu tavır ve söylemlerde bulunduklarından dolayı muhasebe yapmaları gerekmiyor mu?