Günahıyla Sevabıyla Sosyal Medya
Hale Beyza
Modernleşmeyle birlikte değişen iletişim yöntemleri ve araçları, fıtratından giderek uzaklaşan insana hitap eden özellikler taşır.
Sosyal medya özelinde günümüz iletişim araçları; yaygın deyimiyle ‘Göründüğün kadar varsın.’ mesajı verse de aslında; anlık, geçici, sürekli daha fazlasını isteyen doğasına uygun olarak ‘Görünsen bile yoksun.’ düşüncesi üzerine kurulmuştur.
İletişim araçları; insanı bir boşluğun içinde süzülen, hayatta kaldığı süreyi tamamlarken insan, onu oyalayacak bir şeylere ihtiyacı olan canlı varlık mesabesine indiren düşünce yapısının bir sonucu olarak günümüzdeki formuna ulaşmıştır.
Herkesin her şeyini herkesle paylaşabilme imkanı, çağın bulanık atmosferinde fert olarak kendi varlığını net bir şekilde görmek isteyen insanın arayıp da bulamadığı şey olmuştur. Bu yönüyle sosyal medya, başarısını; en çok da kendini ifade etme güçlüğü çeken insanlarda onaylanma isteğini kısa süreliğine de olsa karşılayarak yarattığı tatmin duygusuna borçludur.
Düşünceden eyleme, her şeyin şeffaflaşması süreci, sosyal medya kullanımıyla birlikte hızlanmış, kontrolü zor hatta bazı yönlerden haddi aşan tutumların meşrulaşmasına neden olur hale gelmiştir.
Örneğin insanlar evlerinin balkonuna hoşlanmadıkları ya da aralarının bozuk olduğu bir insan hakkında yazı yazıp asmayı gülünç bulur, ayıp karşılarken; sosyal medyada herkes her istediğini söyleme hakkı olduğu düşüncesine kapılmaktadır. Bu daha çok iletişimin yüz yüze olmamasından kaynaklanmaktadır.
Kimi insanlar sosyal medyanın nefreti ve ayrımcılığı körüklediğini iddia etmektedir. Kevin Robins’e göreyse bu araçlar daha çok kayıtsızlığı ve pasifliği körüklemektedir:
“İnsanlar var olan retorikten bir parça kopmaya çok hevesliler. […] Ama buradan çıkan sonuç nefretin körüklenmesinden ziyade bayağılığın körüklenmesidir. İnsanlar buralarda çok fazla zaman harcıyorlar. Bu anlamda [sosyal medyanın] video izlemekten veya meyve işaretli kumar makinelerinde vakit harcamaktan farkı yoktur.”*
Tabi bu düşüncelerden sosyal medyayı bilinçli kullanan, güzel işlerine vesile kılan insanları tenzih etmek gerekir. Meşru bir araç; hayra da şerre de kullanılabilir. Bu Allah’ın izniyle insanın inisiyatifindedir.
Peki en derin duyguların, en özel anların, acı tatlı hatıraların herkesle paylaşılması meşrulaşırken, artık dünyanın bir ucundan diğer ucuyla iletişim kurmak mümkün hale gelmişken; insanın en yakınlarından hatta bizzat kendinden, kendi duygusal portresinden bihaber olması nasıl açıklanabilir?
Ne yazık ki insanların birçoğunun nereye gittiklerinden, ne yiyip içtiklerine, sözde nasıl hissettiklerinden, hafta sonunu nasıl geçireceklerine kadar hayatlarıyla ilgili pek çok detay bilinmesine rağmen; sıra birlikte vakit geçirmeye, yüz yüze görüşmeye, halleşmeye geldiğinde, akılda gizli, paylaşım konusu bulma ya da iyi bir fotoğraf karesi yakalama düşüncesinin de etkisiyle, ilişkilerde sanal platformda yapılan paylaşımların derinliği(!)ne bile yaklaşılamıyor. Bu da aslında şeffaflığın yüzeyi aşamadığını gösteriyor.
Bu konuyla ilgili sosyal medyada yapılan paylaşımların insanlar üzerindeki etkilerine yönelik bir araştırmadan söz etmek istiyorum. Ancak şunun iyi anlaşılması gerekir ki, bu araştırma sonuçları insanların sosyal medyada, olduklarından farklı göründükleri düşüncesine dayalı. Yani aslında insanlar mutlu olmadıkları, harika bir hayat sürmedikleri halde; yalnızca güzel anlarını paylaşarak mutlu ya da hayatla ilgili ciddi endişeleri, kafa yormuşluğu olmadığı, kitap bile okumadıkları halde; internette bulup beğendiği özlü sözleri paylaşarak bilgili, düşünen bir insan portresi çizebiliyorlar.
Bununla ilgili farklı bir düşünce de var. Zizek’e göre çevrimiçi kişiliklerden ziyade günlük hayattaki kişilikler kurgusaldır. Eğer bir kimse internette gerçek kimliğini gizliyorsa çoğu kez aslında kişiliğinin derinliklerinde yatan öz benliğine konuşma fırsatı tanımış olmaktadır. Yani insanlar esasen internette kimliklerini gizlemedikleri zamanlarda kurguya yönelmektedir.
Aslında buna insanların olduklarından farklı görünmesinin ötesinde, insanın kendi tanımını nasıl yaptığıyla ilgili bir sorun demek daha doğru olur. Çünkü çoğu insan kendini yüzeysel tanımlar hatta çoğu insan kendini tam olarak tanımlayamaz. Bu sebeple; paylaşımlarıyla ideal bir hayat portresi çizen insanların; kendi yaşadıkları sorunlara tutarlı, olgun bir alaycılıkla yaklaştıkları için bu durumdalar, hayatın güzel yanlarını görüyorlar, hayata makul yaklaşıyorlar demek fazla iyimser bir tutum olur.
Ne yazık ki toplumsal şeffaflık, yüzeysellikten öteye geçemediği ve görünenin altını kazımaya çalışan, bunun acısına katlanmayı göze alan insan sayısı az olduğu için, en basit ifadesiyle kitlesel bir oyun ve oyalanma hali diyebiliriz bu duruma.
Michigan Üniversitesi profesörlerinden Ethan Kross ve ekibi 82 üniversite öğrencisinin Facebook kullanımını iki hafta boyunca gözlemliyor. Bu sure zarfında anket ve sms yoluyla öğrencilerin Facebook’a girmeden önce ve sonra ki ‘mutluluk’ seviyeleri ölçülüyor.
Araştırma sonucunda, öğrencilerin Facebook kullanımı arttıkça mutsuz oldukları tespit ediliyor. Öğrencilerin mutsuz olduklarında değil daha çok yalnız hissettiklerinde Facebook kullanımını arttırdığı ancak öğrenciler yalnız hissetse de hissetmese de Facebook kullandıktan sonra daha mutsuz oldukları ortaya çıkıyor.**
Bu araştırma sonucunda ilk akla gelen; sosyal medyaya yansıtılan ‘mükemmel’e yakın hayatların, böyle bir hayatı olmayan insanları mutsuz edebileceği düşüncesi. Bu bir sebep olabilir elbette ama yalnızca sebeplerden biri.
Burada bir soru sormakta yarar var. Sosyal medya; sosyalleşme aracı olarak kullanılabilir mi?
Elbette sosyal medyanın sosyalleşmeye katkısı tartışılmaz ancak sosyal medya sosyalleşmeye giden yolda yalnızca bir araç olabilir. Sosyal medya yüzyüze görüşmeye hazırlık, karşı taraf hakkında fikir edinme gibi amaçlara aracılık edebilir.
Eskilerin tabiriyle insanı ‘yolculukta tanımak’ gibi bir yolculuk imkanı sunmaz insanlara sosyal medya. Bir insanın sesini duymadan, yüzünü görmeden, günlük hayattaki hal ve hareketlerine ya da hayatının önemli anlarına bizzat tanıklık etmeden o insanı tanıdığımızı iddia edebilir miyiz?
Söz gelimi istediğimiz kadar fotoğraflarını görelim bir şehrin, o şehir hakkında sayısız video izleyelim; o şehrin havasını solumadan, sokaklarında gezmeden, o şehre gitmiş kabul eder miyiz kendimizi?
Ki her insanın ayrı bir alem olduğunu düşünürsek, bunu insanlar için zaten söyleyemeyiz.
Araştırmaya dönecek olursak, insanın mutsuzluğu aslında her şeyin tüketime açık hale gelmesiyle doğru orantılıdır diyebiliriz.
Düşünürsek; Allah istese insana dünyanın, hayatın bütün sırlarını verebilirdi. Şüphesiz Allah buna kadirdir. Peki neden yalnızca belli ölçüler, mühim detaylar yazıyor Kur’an’da?
Allah insana irade ve akıl vermiştir. Bir çok şeyi insan kendi gayretiyle öğrenebilecek donanımda yaratılmıştır. Bilim açıklayabildiği kadar çok şeyi açıklığa kavuşturmalı, biz de öğrenebildiğimiz kadar çok şey öğrenmeliyiz. Ancak bazı şeylerin gizemli olması, belli sınırları aşamaması Allah’ın yarattığı düzenin gereği değil midir?
Kulaklarımız söz gelimi karıncaların ayak seslerinden, dünyanın dönme sesine kadar her sesi duyabilecek şekilde yaratılmış olsaydı yaşantımızı sağlıklı bir şekilde sürdürebilir miydik?
Bunun gibi her insanın kendine has gizemli yönleri olması, insanın kendi sınırlarının farkında olması onu daha dengeli ve sağlıklı yapmaz mı? Her şeyin görünür hale gelmesi, her an ulaşılabilir olmak mahremiyetin sınırlarını sizce de zorlamıyor mu? Sanal ortamda emojilerle desteklenen kahkahalar, gözyaşları; gerçekliği tartışılır olsa bile, derinde saklı tüm duyguların bir sembolün üzerine tıklayarak, kolaylıkla ifşa etme imkanının olması tuhaf değil mi? Sempatik ve şirin görünse de emojiler, duyguları nesneleştirerek, onları bir yönüyle kıymetsizleştirmiyor mu? Peki ne zamandan beri ifşa; samimiyet göstergesi oldu? Ne kadar çok ifşa edersen kendini ve hayatını, o kadar samimisin düşüncesi nasıl oldu da bu kadar etkili bir şekilde çoğu insanın zihnine yerleşti?
Bu sorular herkesin kendi yanıtlaması gereken sorular. Ali Şeriati’nin söylediği gibi herkes kendi İsmail’ini bulup, onu kurban etmeli. Senin İsmail’in kim?
Elbette sosyal medyanın pek çok yararları var. Sosyal medyanın günümüzde; duyuru ve tanıtım platformu, haber kaynağı, iletişim aracı(araç vurgusuna dikkat) olarak önemli bir yeri var. Ancak sosyal medyanın ‘Olmazsa olmaz’ olduğunu da söyleyemeyiz.
“İhtiyaçtan arda kalanı”(Bakara:219) infak etme emri, her şeyde olduğu gibi sosyal medya kullanımı için de geçerli. Sosyal medyayı kullanırken; modernitenin ‘İhtiyaç’ dayatması ve çoğu insanın bir eylemi gerçekleştiriyor olmasının, o eylemin kaçınılmaz olduğunu göstermediğinin bilincinde hareket etmekte yarar var.
Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım hesaba çekileceğimizi unutmamalı, kendi muhasebemizi canımızı yaksa da hoşumuza gitmese de; ahiretimiz için, sağlam yapmalıyız.
*Yazıda geçen Zizek alıntısı ile birlikte bu alıntı (Uyanık, Kevin Robins ile söyleşi, 2009) Dr Faik Uyanık’ın “Sosyal Medya: Kurgusallık ve Mahremiyet” başlıklı makalesinden alınmıştır.
**Özgür Bolat/Sosyal Medya İnsanları Mutsuz mu Ediyor?/Hürriyet/09.03.2017
KAYNAK: KÜLTÜR AJANDA DERGİSİ/HAZİRAN 2017/SAYI:43