Hem dünyaya açılan Türk okulları ve halka halka genişleyen hoşgörü-diyalog faaliyetleri hem de fikir planında bunlara ilham kaynağı olan Fethullah Gülen, Türkiye içinde ve dışında pek çok aydın, düşünür ve akademisyen tarafından incelenmekte, master ve doktora çalışmalarına konu edilmektedir.
Şu ana kadar yapılan söz konusu inceleme veya çalışmalar içinde şahsen en çok dikkatimi çeken, Texas, Houston Rice Üniversitesi'nden Karşılaştırmalı Dinler hocası Jill Carroll'un İngilizce aslı Light Yayınları, Türkçe tercümesi Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'na bağlı Ufuk Kitaplar arasında çıkan A Dialogue of Civilizations: Gülen's Islamic Ideals and Humanistic Discourse (Medeniyetler Diyaloğu: Gülen'in İslâmî Öğretisi ve Hümanist Söylem) adlı eseri oldu. Bu eseri ve önemini ele almaya geçmeden önce Fethullah Gülen ile ilgili yapılan değerlendirme ve mukayeselerden ikisi üzerinde kısaca durmakta fayda mülâhaza ediyorum.
Fethullah Gülen ve Mevdudî
Ali Bulaç Bey, Fethullah Gülen'i tanıtma adına onu, bir profil olarak Mevdudî ile kıyaslamaktadır. Bu kıyaslama, tamamıyla Sayın Bulaç'ın "aydın-ulema" olarak adlandırdığı bir profil tesbitinden ibaret de olsa, çağrıştırabileceği yanlışlara dikkat çekmek ve İslâm dünyasında bir buçuk asra yakın bir süredir ortaya çıkan hareketlerle Fethullah Gülen'in ilham kaynağı olduğu faaliyetleri doğru değerlendirebilmek için bir noktayı tesbit etmek gerekmektedir.
Şüphesiz büyük bir âlim ve İslâm aksiyoneri olan merhum Ebu'l-A'lâ el-Mevdudî'nin İslâm'da Hükümet, İslâm Nizamı, Hicap, Hilâfet ve Saltanat vb. eserlerini hiç bilmesek bile, İslâm dünyasındaki Müslüman aydınlara büyük tesir etmiş bulunan Kur'an'a Göre Dört Terim isimli tek bir eseri dahi, onun İslâm adına hareket noktasını görmemize kâfidir. Bu hareket noktası daha çok siyasî olup, merhum Mevdudî, söz konusu eserinde Din, İlâh, Rab, İbadet gibi kavramları Cenab-ı Allah'ın Rububiyetini daha çok beşerin sosyo-siyasal alandaki hakimiyeti noktasında ele almaktadır. Buna karşılık, Fethullah Gülen için Cenab-ı Allah'ın Rububiyeti, Tevhid-i Rububiyet, her şeyden önce kâinat temelinde ele alınmalıdır. Yani Cenab-ı Allah (cc), öncelikle mutlak ve tek Yaratıcı, bütün varlıkları büyüten, rızıklandıran ve onların hayatıyla birlikte bütün kâinatın hareketi için gerekli kanunları koyan tek Rab olarak kabul edilmelidir. Tevhid-i Rububiyet, bu noktada öncelikle kozalite (sebep-sonuç) prensibini âdeta mutlaklaştıran bilimsel pozitivizmi, materyalizmi, tabiatçılığı temelden reddeder. Zihinlerde ve kalblerde her şeyden önce yerleşmesi gereken Rububiyet budur; böylece, tarihte ilk defa fen ve felsefeden gelen ve Allah'ın varlığını ve birliğini, sıfatlarını ve isimlerini tanımamızda baştan başa âyetler mecmuası olan kâinatı tam tersi yönde kendine basamak yapan modern inkâr karşısında insan, hayat ve kâinat gerçeği yerli yerine oturacaktır ve oturtulmalıdır. Bu da, İslâmî hareketin, Tevhid'in her şeyden önce siyaset temelinde değil, zihinlerin ve kalblerin aydınlatılması adına ilim ve maneviyat temelinde ele alınmasını icap ettirir. İşte bu çok önemli noktadır ki, Fethullah Gülen'in düşüncesi ve hareketiyle merhum Mevdudî gibi âlimlerin düşüncesini, hareketini ve kalkış noktasını birbirinden ayırmaktadır.
Fethullah Gülen ve Abdülkerim Süruş
Fethullah Gülen, bazı açılardan İranlı düşünür, filozof Abdülkerim Süruş ile de karşılaştırıldı. Asıl ismi Hüseyin Hâc Feracullah Debbağ olan Abdülkerim Süruş, eczacılık, kimya, tarih ve bilim felsefesi tahsili yaptı. Gayri resmî olarak fıkıh, İslâm felsefesi ve kelâm dersleri de aldı. Muhammed Hasan Salih Ali Şah'a, yani Alişahî tarikatına intisap etti. Meşhur çağdaş müfessir ve filozof, Ayetullah Hüseyin Ali Tabatabaî'den çok etkilendi. İslâm felsefesinin üstünlüğüne o kadar inanmıştı ki, "Tüm dünya kanatlarımın altında" diyordu.
Süruş, İran devriminin hazırlayıcılarından Mutahharî, Behişti ve Şeriatî gibi âlimler ve aydınlarla da yakın temas halinde idi. Devrim önderi Ayetullah Humeynî'ye çok bağlıydı. Türkçe'ye Evrenin Yatışmaz Yapısı adıyla çevrilen ve 16. asır İran işrakî filozoflarından sayılabilecek Molla Sadra (Sadreddin Şirazî)'nın felsefesini ele aldığı Nahâd-i nâ-Ârâm-ı Cihan adlı eseri Humeynî tarafından çok beğenildi. Ayetullah Humeynî, devrimden sonra Süruş'u Kültür Devrimi Danışma Kurulu'na tayin etti. Süruş, bu arada Mevlânâ'nın şiiri üzerine konferanslar veriyor, Havza-yi İlmiye'de kelâm-i cedit okutuyordu. Süruş, zamanla devrim kadrosuyla anlaşamadı. Artık, geleneksel İslâm metafiziği karşısında modern sosyal bilimleri daha sağlam temelli görerek tercih ediyordu. Geleneksel İslâmî ilimlere insan menşeli olarak bakıyor, onları modern bilimlerden farklı değerlendirmiyordu. Çalışmaları zamanla hermenötik, bilim felsefesi, "dinî bilginin evrimi" gibi konular üzerinde yoğunlaştı. Dinî bilginin, her bilgi dalı gibi bir bilgi dalı olup, herhangi bir kudsiyete sahip bulunmadığını iddia ediyordu. Bu sebeple, ulemadan büyük tepki gördü.
Abdülkerim Süruş'u tanımak için, düşüncesinin temelini oluşturan iki görüşünü kendi cümleleriyle vermek ve bir tavrına dikkat çekmek yeterlidir: Süruş, şöyle yazar: "Tektipçiliğe, taklide, fıkhın ve fakihin kutsallığına saygı duyuyorsun; ben ise imanın, özgürlüğün, inceliğin, inanç ve iradenin çevikliğinin renkliliğini ve çok boyutluluğunu takdir etmeni rica ediyorum." Bu sözler, ilk bakışta fıkhı donmuş kurallardan ibaret sayanlara haklı bir tepki olarak algılanabilir. Oysa, kendisine "Şiî İslâm'ın Luther"i denilen Süruş, genel düşünce yapısı içinde, dini fıkhî yanından âdeta mahrum ve dolayısıyla inanç noktasında korunmasız bırakmaktadır.
Süruş'u tanımak için ikinci çok önemli donemiz, onun felsefesinin temelini oluşturan şu değerlendirmesidir: "Fıkhın daralması ve genişlemesi realist bir teoridir ki, bir şeyi, o şeyi kavramaktan ayırır. İdealizm bir şeyin zihindeki ve hariçteki varlığını birbirinden ayrı görmezken - çünkü zihni ve gerçekliği aynı kabul eder - realist epistemolojinin asgarî şartı, nesne ile onu bilmeyi birbirinden ayırmaktır."
Süruş'un, Kant ile Karl R. Popper çizgisine yakın "eleştirel realist filozof" olarak değerlendirilmesine sebep olan bu görüşü hiç de yeni ve bize yabancı değildir. Onun bu temel kalkış noktası, aslında Mutezile'ye aittir. Bu Mutezilî düşünceye göre bir şey, evvelemirde, yani kendisi ve insandan bağımsız olarak ne ise odur ve onu bilmekten farklıdır. Dolayısıyla bilgi bilenden, değer onu değerlendirenden, ibadet âbidden bağımsızdır. Mutezile'ye göre, meselâ namaz kılarız, fakat onun evvelemirdeki kendi olan keyfiyet ve mahiyetini yakalayamayız; bu sebeple de, hiçbir zaman tam manâsıyla namaz kıldığımız söylenemez. Tamamen vesveseye açık bu düşünceye karşı Ehl-i Sünnet, "Namazın evvelemirdeki keyfiyeti ne olursa olsun, namazın gerekli şartlarını yerine getirmekle namaz kılmış oluruz." der. Süruş'un benimsediği bu Mutezilî görüş, İslâmî ilimlere ve dine uygulanınca, elbette dinî ilimlerin dayandığı gerçekten bilinebilir, objektif ve herkesi bağlayıcı bir hakikat kalmayacak, her dinî bilginin değeri bilenle özdeşleşecek, onun İlâhîlik vasfı ortadan kalkacak ve her bilgi, tamamen izafî hale gelecektir. Böylece, din adına da ortada mutlak değerlerden çok şahsî yorumlar kalacaktır. Tarihselciliği dine uygulamaya yol açan görüş, yine bu görüştür. Nitekim Süruş, "Dinî ilim, başka her ilim gibi, dini bilmeyi temsil eder. Yani bilenin bilgisinden ibarettir." diyerek, dinî ilim adına her şeyi yoruma indirger.
Carroll'un çalışmasının önemi
Süruş'u tahsil yıllarındaki tavır ve düşüncelerinden bu noktaya getiren ana faktör, İran devrimini başarısız görmesidir. O, başarı adına ölçü ve verili gerçek kabul ettiği modern durumlar, olgular, modern siyasî sistem ve düşünce ile geleneksel İslâm arasında beraberlik kuramamış, dolayısıyla İslâm'ı da suçlayamayacağı için, onu yoruma indirgeme yoluna gitmiştir. Meşhur Oliver Roy'u, "siyasal İslâm'ın bitip, post-İslâmcılığın başladığı" iddiasını seslendirmeye ve "post-İslâmcılığı da siyasî İslâm'ın başarısızlığından türemiş bir tür lâiklik" olarak tarif etmeye sevk eden, Süruş'taki bu değişimdir.
Neo-Selefîliğe dayalı İslâmcılık, mevcut durumları ve İslâm'ın kendine has yolunu, aksiyon çizgisini nazara almadan, su üstüne bina kurma girişimi gibi bir İslâm devleti, siyaseti, ekonomisi hedefine yönelmiş ve temelsiz bir idealizm sergilemiştir. Süruş ise, dinin özellikle hayata yansımasında izafîliği öne çıkarmış, ulemanın otoritesine muhalefet ederken, elbette kendisinin de dahil olduğu yeni bir otorite sınıfı üretmiştir.
Fethullah Gülen ise, mevcut durumları reel, yani realiteyi baştan kabul ederek, bu reel içinde hakikati temsil edilebileceği oranda, incitmeden ve verili durumlara kurban edecek yorumlara gitmeden temsil etme ve ona bağlı kalma çizgisindedir. Bu çizgide teori ile pratik, aksiyon ile düşünce bir arada olup, fıkıh bir kurallar mecmuası olmaktan çıkmakta ve dinamik bir süreç halini almaktadır. Gülen'in çizgisinde fıkıh ile iman, ilim, ruhî hayat ve aksiyon iç içedir. Bu çizgiyi tanımak ve yorumlamak, İslâm fıkhını usulü, yani metodolojisiyle tanımayı gerektirir. Bu temel gerçek anlaşılamadığı takdirde Fethullah Gülen'i de, Süruş'u da, başkalarını da doğru yorumlamak mümkün değildir. Bu sebeple, "Gülen hareketi"ni doğru anlamak, belki onun tezahüründen önce -ki beşere dayalı tezahür, her zaman arkadaki düşünceyi tam temsil edemeyebileceği gibi, niyeti de yanlış yorumlamaya sebep olabilir- onu fikir planında kavramayı gerektirir. İşte, Jill Carroll'un çalışmasını önemli kılan budur. Bu çalışmayı hem de çok önemli kılan ikinci husus ise, Gülen'de aksiyon önde göründüğünden ve Gülen teoriyle meşgul bir âlim, bir akademisyen olmayıp, ilmini aksiyonuyla ortaya koyduğu, ilmi iman, marifet ve aksiyon ile özdeşleştirdiği ve dolayısıyla bir akademisyen, salt bir âlim, salt bir düşünür olarak konuşmayıp, irşad dilini kullandığı için, ondaki ve ona nisbet edilen hareketteki düşüncenin enginliği, derinliği ve genişliği maalesef görülememektedir. İşte Carroll, bu engele takılmayıp, harekete ilham kaynağı olan beyni tanıma çabasına giriştiği içindir ki, bu çaba, onun çalışmasını çok önemli ve farklı kılmaktadır.
Jill Carroll'un çalışmasında dikkat çeken bir başka husus da, Sayın Carroll her ne kadar Fethullah Gülen'in düşünce dünyasını tahlil etmeye çalışıyorsa da, onun salt bir düşünceyi değil, bir hareketin ilham kaynağı ve dinamiği olarak gördüğü bir düşünceyi bir bütün oluşturan anlamlı bir seri halinde tahlil etmesidir. Bu seri, Gülen'in düşünce yapısında Carroll'un öne çıkardığı beş temel unsurdan oluşmaktadır: (1) Sahip bulunduğu aslî değer ve ahlâkî yüceliğiyle insan, (2) insanî varlığın en temel hususiyetlerinden olarak hürriyet, (3) hürriyeti kullanacak ve topluma yön verecek ideal insan, (4) ideal insanı yetiştirmek için eğitim ve (5) hem ideal insanı yönlendirmede hem de hürriyeti dengeli olarak kullanmada gerekli bir unsur olarak sorumluluk şuuru. Carroll, Batı'ya hitap eden bir insan olarak, Gülen'i düşünce yapısındaki bu beş temel unsur açısından sırasıyla 18. asır Alman filozofu Immanuel Kant, 19. asır İngiliz siyaset teorisyeni John Stuart Mill, MÖ 6-5. asırlarda yaşamış bulunan Çin bilgesi Konfüçyüs ve yine MÖ 5-4. asırlarda yaşamış olan eski Yunan filozoflarından Eflâtun'la ve nihayet 20. asır varoluşçu Fransız filozofu Jean Paul Sartre'la karşılaştırmaktadır.
Gülen ve Kant'a göre insanın değeri
Sayın Carroll'ın tahliliyle, aynı zamanda bir ahlâkçı filozof olan Kant'a göre tabiat, bir organizmadaki her organı, varlık sebep veya gayesini mümkün olan en iyi şekilde yerine getirecek tarzda ve özellikte dizayn etmiştir. Akıl da bir organdır. Tabiat insana akıl ve irade vermişse, böyle bir varlık için korunma, refah, hattâ mutluluk, varlık sebebi ve gayesi olamaz. Çünkü bunları sağlayacak daha önemli bir 'organ' vardır ve o da içgüdüdür. Dolayısıyla hayvanlar, insandan daha iyi, daha müreffeh yaşar. Öyleyse, akıl ve iradeyle donatılmış olan insan, içgüdünün daha iyi sağladığı refah, bedenî zevkler ve dünyevî mutluluk gibi şeyleri hayatının gayesi yapamayacağı gibi, bunlar, geçici ve değişken karakterleriyle ahlâk için gerekli zemini de oluşturamazlar. Şu halde, insanın bunların üstünde bir vazifesi olmalıdır. Onu bu vazifeye sevk edecek ve hayatını bu vazifeye göre yönlendirmesini sağlayacak olan da iyi niyettir. Vazifenin de iyi niyetin yönlendirmesiyle kendisine yöneleceği bir değer vardır. Bu değer, maddî karşılığı, pazar fiyatı olmayan bir değerdir. Çünkü, akıl ve irade sahibi bir varlıktan gaye, bir pazar fiyatı olan ve içgüdünün daha iyi tedarik veya tatmin edeceği değerler olamaz. Maddî karşılığı veya pazar fiyatı olmayan bir değer varsa, o da ahlâktır. Ahlâk, bizzat kendisinden dolayı ulaşılması gereken bir hedef olmakla, insanî varlığın gayesidir. Öyleyse, bizzat kendisinden dolayı gaye olan ahlâkıyla insanın değeri, tartışma konusu yapılamaz. Bu konuya yarın devam edeceğiz.
Zaman gazetesi