HAKSÖZ-HABER
Gülen Cemaati’nin kişisel karizma ve otorite mezhebi olarak tanınan Şia’nın reflekslerine benzer refleksler sergilemeye başladığını belirten Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Gülen’in de bir icma mezhebi olan Sünnîliğin ön plana çıkardığı ümmet masumiyeti fikrinin aksine Şiîliğin ilâhî hak nazariyesi ekseninde geliştirdiği kişisel karizmaya dayalı masum imam profilini yansıttığı tespitinde bulunuyor.
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olan Öztürk’ün kelam ilm-i disiplini penceresinden değerlendirdiği Gülen ve Cemaat yazısı Star gazetesinin Açık Görüş ekinde yayınlandı.
***
Gülen Cemaati ve melez teoloji; mehdilik takiyye müdaracılık
Prof. Dr. Mustafa Öztürk / Star - Açık Görüş
Teoloji, İslâmî terminolojide “kelam” kavramıyla karşılanır ve spesifik olarak, naslardan hareketle İslâm dininin inanç ve davranışlarla ilgili temel prensiplerini belirleyip bu prensipleri aklî yöntemlerle temellendirmeyi hedefleyen bir ilmî disiplin olarak tanımlanır. Gazâli ve Fahreddîn er-Râzî gibi büyük âlimlere göre Ulûm-i İslâmiyye hiyerarşisinde kelam ilimlerin şahıdır. Çünkü kelam dinî asıllar ve ilkelerin (usûlü’d-dîn) ilmidir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi diğer İslâmî ilimler kelâmın iyali ve hizmetçisi mesabesindedir. Bunun içindir ki herhangi bir ayetin ne şekilde te’vil ya da tercüme edileceği veya Kur’an’a ilişkin herhangi bir yorumun geçerliliği dahi kelâmî kabullere göre belirlenir. Denebilir ki kelam tüm İslâmî fırkalar ve gruplar için başta Allah tasavvuru olmak üzere din, varlık ve eşyaya bakış açısını şekillendiren, dünya görüşünü çerçeveleyen, itikat/dogma üretme ve iç ötekileştirmeyle ehl-i bidat kategorisini de belirleyen bir ilim, hatta naslarla talil ve tahkim edilmiş bir ideolojidir.
Teolojik hamuru yalınkat akait mayasıyla yoğrulmuş bu topraklarda bir kişinin geniş kitleleri mutlak teslimiyet ve sadakatle peşinden sürüklemesinin en işlek ve işlevsel yolu, kelâmî kabuller ve te’villerle has Müslümanlığın olmazsa olmazı olarak gösterilen kayıtsız-şartsız itaat, biat ve adanmışlık kültürünü avâm-ı nasa özümsetmektir. Tasavvuf ve tarikat geleneğinde de görüldüğü üzere halk dindarlığı bu kültürü özümsemeye teşnedir. Öyle ki devlet otoritesiyle şeyh ya da manevi lider karizması arasında tercih yapmak söz konusu olduğunda, tereddütsüz lider karizmasından yana pozisyon almak, fevren ifası gereken bir vacip mesabesindedir. Sorgusuz sualsiz itaat kültürüne Türk düşünce geleneğindeki devlet algısı da eklendiğinde şeyh efendinin otoritesi adeta çelikleşir.
Gülen’e atfedilen mutlak otorite ve karizmanın teşekkülünde mistik ve melankolik dinî retoriğin yanında devletçilik fikri de önemli rol oynar. Zira Gülen’in 1980 darbesinden bir ay kadar sonra Sızıntı dergisinde yayımladığı “Son Karakol” başlıklı yazısında Mehmetçik üzerinden devlet ve askerî vesayete selam durduğu malumdur. Gülen şimdi de sıkı bir devletçidir; ama hâl-i hazırdaki devletçilik, sivil iktidara “Artık çekilip gidin” diyerek askeri vesayete şirin görünmek ve/veya darbe erkânına methiyeler düzmek şeklinde değil, devlet bünyesinde paralel bir yapı oluşturup okyanus ötesinden gönderdiği talimatlarla bu yapıyı sevk ve idare etmek şeklinde bir görünüm ve intiba vermektedir. Devlet içinde devlet kurup asıl devleti anahtar teslimi temellük etmek söz konusu olunca, bu mesiyanik cemaatin kimi zaman Şah Kulu’na benzer bir rol üstlenmesi de pekâlâ mümkün olabilmektedir.
Anadolu coğrafyasında filizlenmiş bir hareket olarak Gülen cemaati fikrî nesep ve kültürel kimlik itibariyle bu topraklara aittir; fakat hâl-i hazırdaki hareket fıkhı dikkate alındığında artık hibritleşmiş/melezleşmiş bir karaktere sahiptir. Yıllarca öz yurdunda parya olma acısı, anavatanda diaspora algısı, arada kalmışlık duygusu gibi travmalarla baş etmeye çalışan cemaat özellikle yurt dışına açıldıktan sonra yeni bir kimlik edinme ihtiyacı hissetmiş, hâliyle bu süreçte gerçekleşen kimlik ve karakter melezleşmesini bilerek ve isteyerek tercih etmiştir. Söz konusu melezleşme, farklı kültürlere ait semboller, söylemler ve imgelerin yeni bir kültür potasında birbiriyle kaynaştırılması yahut çeşitli kültürlere ait farklı unsurların olgusal düzlemde harmanlanması diye tanımlanan senkretizm kavramıyla da ifade edilebilir.
İmam-ümmet masumiyeti
Kimlik ve karakter melezleşmesine paralel olarak cemaat teolojik zeminde de melezleşmiş ve bu olgu Gülen’in 1998’de Papa II. John Paul’le görüşmesi, 1999’da Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşmesi ve liderlik ettiği harekete evrensel hedefler belirlemesi sürecinde tedricen gerçekleşmiştir. Cemaat küresel ölçekte mesafe aldıkça hem kendisine vücut veren manevi kökler ve millî/yerli değerlerle irtibatını zayıflatmış, hem de aşıyı kendi kök hücrelerinden yaparak gürbüzleşme stratejisini rafa kaldırmış, buna mukabil yaban eller ve kültürlerle hemdem olma çabasına ivme kazandırmıştır. Bu arada küreselleşen cesamet Gülen ve cemaate mesiyanik/mesîhî misyon üstlenme yönünde ciddi bir fikir aşısı da yapmıştır.
Gözlemlendiği kadarıyla Gülen kendisini insanlığın maddi ve manevi sıkıntılarını sona erdirecek, dinî ve içtimaî hayatı kemale eriştirecek bir ruhani otorite olarak algılamakta ve bu algı İslam geleneğindeki mehdi/mehdilik inancını anımsatmaktadır. Ne var ki hicrî 3. asırdan itibaren İsnâ Aşeriyye Şiası arasında kökleşen ve bu fırkayı diğerlerinden ayıran önemli bir inanç esası hâline gelen, muhafazakâr ulemanın tazyikiyle Ehl-i Sünnet dünyasına da sirayet eden mehdi inancı tarihsel tecrübede huzur ve sükûndan çok huzursuzluğa, adaletten çok zulme medar olmuş, dahası İslam tarihinde siyasi ikbal ve iktidara göz diken pekçok kimse mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp Müslümanların sosyal dirlik/düzenini parçalamıştır.
Bu bağlamda Gülen Cemaati’nin kişisel karizma ve otorite mezhebi olarak tanınan Şia’nın reflekslerine benzer refleksler sergilemeye başladığı, Gülen’in de bir icma mezhebi olan Sünnîliğin ön plana çıkardığı ümmet masumiyeti fikrinin aksine Şiîliğin ilâhî hak nazariyesi ekseninde geliştirdiği kişisel karizmaya dayalı masum imam profilini yansıttığı söylenebilir. Bugüne değin yeterince fark edilmemiş veya sıkça dile getirilmemiş olsa da Gülen Cemaati’ndeki hareket fıkhı, Hatem Ete’nin tespitiyle, kendisini İslam’ın, ülkenin ve belki de bütün dünyanın geleceği için yegâne kurtuluş ümidi olarak kodlayan bir anlayışla oluşturulmuş ve bu anlayış gerektiğinde her şeyin cemaat uğruna ikinci plana atılıp gözden çıkarılacağı yönünde tekçi, ben-merkezci ve özsever (narsist) bir kendilik algısının benimsenmesine yol açmıştır. Kendi varlığını çok mümtaz gören ve yine kendisini sair dinî grup ve cemaatlerden ayrıştırmaya büyük özen gösteren, bu arada kibirden de pek ödün vermeyen cemaat kendi selameti, menfaat ve maslahatı için başka her şeyin feda edilmesini caiz gören bir itikat geliştirmiştir.
Öte yandan hedefe vasıl olmak uğruna cemaat mensuplarının özellikle kriz vasatlarında İslâmî ilkelerle pek bağdaşmayan, gerektiğinde dinî-ahlâkî hassasiyetleri askıya alan davranışlar sergilemesi de tecviz edilmiştir. Tedbir diye kavramlaştırılan bu cevaz anlayışı, Şiî gelenekteki takiyye siyasetinin satın alınması ve Ehl-i Sünnet dünyasına taşınması olarak değerlendirilebilir. Cemaat diğer İslami gruplar arasında ciddi rahatsızlık yaratan çok boyutlu güç tedarikini ve bilhassa yargı, emniyet gibi kritik kurumlarda kadrolaşma ve diğer bütün grupları saf dışı bırakma kabiliyetini iş bu tedbir-takiyye siyasetine borçludur. Takiyyenin böylesi, Ali Şeriati’nin ifadesiyle, “Ali Şiası”ndan çok “Safevî Şiası”na özgüdür. Safevî Şiası’nda takiyye kişi veya grubun kurulu düzeni korumak, kendi selametini garanti altına almak, sıkıntı ve zarara uğramamak için, temekkün şartıyla kaim iktidar imkânı oluşuncaya değin hâkim erkin/otoritenin baskı ve zulümleri karşısında suskun kalmasıdır.
Cemaatin tedbir/takiyye siyasetinde müdârâcılık da göz ardı edilmemesi gereken bir bileşendir. Genellikle “hoşgörülü olmak, insanlarla iyi geçinmek” diye karşılanan müdârâ kelimesi dinî terminolojide, muhtemel zararından ve/veya huzursuzluğa yol açmasından kaygı duyulan kişilere/çevrelere karşı nazik davranmak ve alttan almak suretiyle bela savmayı, belli ölçüde de gönül kazanmayı ifade eder. Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Ebü’d-Derdâ hasımlara yönelik müdârâcılığı, “Biz bazı kimselere karşı içimiz öfke dolu olduğu halde güler yüzlü davranmaya çalışırdık” (Buhârî, “Edeb” 82) diye tarif etmiştir. 17 Aralık’tan bugüne yaşanan hadiseler dikkate alındığında, cemaatin siyasi iktidarla hukukunu en başından itibaren böyle bir müdârâ siyasetiyle sürdürmüş olduğundan söz etmek mümkündür. Diğer taraftan 1980 ve 28 Şubat darbelerinin yaşandığı hengâmede Gülen’in askeri vesayete karşı kendini ifade ediş tarzında da takiyyeye yedirilmiş bir müdârâ siyasetinin belirleyici olduğu tespitinde bulunulabilir.
Gerek askeri, gerek siyasi ve bürokratik erkâna karşı öteden beri müdârâcı bir tavır sergileyen ve özellikle Kemalist, laikçi çevrelerle ilişkisini son yıllara kadar hep bu minvalde sürdürmeyi prensip edinen cemaatin belki de kırk yıllık serencamında en rahat şekilde hareket ettiği ve hemen her istediğine kolaylıkla eriştiği bir dönemin ”muhafazakâr demokrat” bir kimlikle kendini tanımlayan siyasi iktidarına dört bir yandan saldırması, üstelik bu topyekûn taarruzda temekkün şartını pek dikkate almamış olması gerçekten düşündürücüdür. Belli ki Gülen Cemaati artık, “Ben eski ben değilim” dercesine çok büyük bir özgüvenle hareket etmektedir. Güç zehirlenmesi gibi çok ciddi komplikasyonları da bulunan bu aşırı özgüven, bir yönüyle cemaatin kesbettiği küresel cesamet ve bu cesametten neşet eden büyük cesaret, bir yönüyle de Gülen ve cemaatin şahs-ı manevisine yüklenen seçilmiş kurtarıcı misyonuyla ilintili olsa gerektir.
Güç kazandığı her alanda cemaatin işgalci gibi davranması, resmi ya da sivil hemen hiçbir alanda kendisinden başkasına nefes aldırmaması ve dindaşlık, vatandaşlık gibi paydaları yok sayması gibi gariplikler de cemaatin kendini “seçilmiş” olarak görmesi ve buna bağlı olarak ilahi irade tarafından mutlak hakikatin temsilcisi ve insanlığın kurtarıcısı gibi eşsiz bir misyon yüklendiğini vehmetmesiyle ilgili olsa gerektir. Zira Gülen yakın geçmişteki “tarihi tekerrürler ve bir uzun temenni” başlıklı sohbetinde, “Bugün olup-biten hâdiseleri, kalb ve ruh rasathanelerinden temaşa edebilenler... himmet ve gayret çağlayanları, ilâhi lütuflar mecrasında ve ummana doğru gürül gürül çağıldamakta, hem de hiçbir engebeye takılmadan, karşılarına çıkan maniaların bazılarının üstünden aşarak, bazılarının da kenarından-köşesinden dolaşarak arkalarında bıraktıkları en güzel hendesî çizgilerle kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu bütün teferruatıyla temsile çalışmaktalar. Onlar yürüyor, yollar onlara selâm duruyor. Yürüdükleri her yerde aşılmaz gibi görülen engeller onların karşısında secdeye kapanıp dümdüz kesiliyor; kesiliyor ve âdeta bu kutluların ayaklarına yüz sürüyor” derken tam da bu seçilmişlik telakkisini şerh etmiştir.
Seçilmişlik sendromu
Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi Gülen en azından Türkiye’yi bir arz-ı mev’ûd olarak algılamakta ve ilahi irade tarafından kendi cemaatine tapulandığına inandığı bu topraklarda Tanrı’nın krallığını tesis etmek adına, tıpkı Yahudilerin Tanrı Yehova’ya ait hükümranlığının yeryüzünde tesisine engel teşkil eden herkesi ebedi düşman olarak kodlayıp onlarla sonsuza kadar savaşmayı mutlak farz olarak görmesini hatırlatan bir tavır takınmaktadır. Bu noktada cemaatin kendinden başkasını yok mesabesinde görmesi, diğer bütün Müslümanların değerini cemaate hizmetle ölçmesi ve hasım bildiklerini bertaraf etme hususunda hiçbir kural tanımayacak kadar acımasız davranması da Tanrı’nın yeryüzündeki planını gerçekleştirmek üzere bizzat O’nun tarafından seçilmişlik algısına hamledilebilir.
Kur’an’da İsrailoğulları’na atıfla zikredilen “Ben sizi cümle âleme üstün kıldım” ifadesindeki “siz” zamirinin “cemaat”e rücu ettirilerek yorumlandığını düşündüren bu algı Yahudilerin Tanrı’yı millileştirip diğer bütün insanları kendilerine hizmet için yaratılmış mahlûkat olarak görmesini de hatırlatmaktadır. O kadar ki Hz. Peygamber dahil ahirete irtihal etmiş sayısız din büyüğü şahs-ı manevileri ve ruhaniyetleriyle cemaati desteklemekte, dahası Hz. Peygamber bazı cemaat mensuplarına rüyada temessül edip, “Tweet sayısını ikiye katlayın” talimatı vermektedir(!) Cemaat retoriğinde sıkça kullanılan “şefkat tokadı” kavramsallaştırması da seçilmişlik kapsamında mütalaa edilebilir. Gülen tarafından, “Sevenin sevdiğine sevgi eksenli, onu doğru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme ve azarlama” diye tarif edilen bu tokat, ulvî vazifeyi ifa sırasında ortaya çıkan ihmal ve kusurlara karşı ilahi irade tarafından yapılan tatlı-sert bir ikaz olarak düşünülmektedir. İsrailoğulları’nın tarih boyunca Yehova tarafından sık sık cezalandırılması ve bu cezalandırmanın seçilmiş İsrail kavmi için bir tür ilahi rehabilitasyon gibi algılanmasını anımsatan bu düşünce ekseninde cemaat hiç hesapta olmayan kötü sürprizler ve olumsuz gelişmeleri Allah’tan gelen tatlı ikazlar olarak yorumlamakta, kendilerini, “Kasap sevdiği postu yerden yere vurur” fehvasınca tıpkı İsrailoğulları gibi “seçilmişler” olarak konumlandırmaktadır.
Belli ki bu seçilmişlik algısı cemaatte gözle görülür bir narsizm/özseverlik patolojisi yaratmıştır. Bütün her şey “Ben”den ibaret sayıldığı için narsistlerin dış dünyayı algılaması, duygudaşlık kurması ve halden anlaması pek mümkün değildir. Yine narsistler başkalarına ait hak-hukuku görmezden gelerek ve her daim kendisini haklı görerek hep en önde, en gözde ve biricik olmak isterler. Sanki her şey sadece kendileri için vardır ve ne pahasına olursa olsun bütün her şeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi lazımdır. Başkaları bu amaçlara hizmet ettiği sürece vardır, aksi halde yoktur ya da yok olmak durumundadır. Narsist kişilikler kendi planları sekteye uğradığında öfkelerine hâkim olamaz, saldırganlaşır, hatta birtakım psikotik hallere maruz kalır. Tam bu noktada cemaatteki narsizmin kimi zaman abartılı tevazu kisvesine bürünmüş bir kibir ve ucb şeklinde de tezahür ettiğini hatırlatmak gerekir. Bilindiği gibi abartılı tevazu kibir göstergesidir. “Övülmek isterseniz, alçak gönüllülüğü yem olarak kullanın” denilmesi de bundan olsa gerektir.
ozturkm@cu.edu.tr