Gül işlemeli gürz: Cahit Zarifoğlu şiirinde tanıklık cehdi

Afganistan’da, Afrika’da, Filistin’de, Suriye’de olup bitenlere ses veren “Cahit Zarifoğlu yaşasaydı, şiiri nasıl bir istikamette ilerlerdi?” sorusu; Gazze’deki soykırım ve direnişe tanıklık ettiğimiz şu günlerde, zihnimizde hâlâ çınlayıp durmaktadır.

Ali Emre, Focus+ sitesinde yayınlanan yazısında Cahit Zarifoğlu şiirini yorumluyor:

1987Haziran’ında aramızdan ayrılan Cahit Zarifoğlu’nun edebî müktesebatı, kademe kademe ballanıp patlayan bir bilinç trafosuna yaslanarak gövdeleşir. Hayatla farklı temasların irtifa ve istikamet kazandırdığı “tanıklık” da ayrıksı yollar talep eden şairane bakış ile dışa vurulanlara kement atma iştiyakı duyan bilincin didişmesiyle yankılanır.

Zarifoğlu; toplumu ve siyaseti boşlamayan hükümler mecellesini baskılamaya çalışır ilkin. Özgürlük ve özerkliğini zedeleyeceğini düşündüğü dış müdahaleyi kısıtlamanın yollarını arar. Bu süreçte şiir, deneyimlemenin lezzet ve sürprizleri eşliğinde mütemadiyen sağa sola sıçrar fakat kimlik ve adres veren müstakil bir menzilde birikmez. Şair bunu tersten yapmaya, yani bağlandığı değer ve ölçüleri şiir atlasının üstüne geçirmeye kalktığında da benzer bir açmazla karşılaşır. İçrek kapışmayı bütünüyle sonlandıramadığını görür, poetik tatmine tam anlamıyla eremez. Farklı sekmelerle ilerleyen bu yönelişler, 70’lerin sonlarına kadar daha çok “kaçma”ya yeltenen bir kanal, 80’lerin başından şairin vefatına kadarki zaman diliminde de “yakalama”yı, dizginlemeyi, yönlendirmeyi öne çıkaran bir hat inşa eder. Her ikisinde de hem verimliliği artıran hem de ıstıraba yol açan çarpışma ve çırpınmanın ebter kesilmediği bellidir. “Aylak göz”ün “kan çanağı göz”e gelinceye dek yürüdüğü yol, edebî ibretlerle doludur.

Sürekli Gelişen Enerjik Poetika

Zarifoğlu’nun ilk şiirlerinde, kendi birikimiyle rekabet eden, şahsî iddia ve istidadına yaslanarak ileriye fırlayan, özgün bir biyoritim tutturarak çeşitlenen filtresiz bir enerji vardır. Politik bilinci büyük ölçüde geriye çekerek yahut sezdirirken epeyce cimri davranarak serpilir yazdıkları bu dönemde. Bu amacın koltuk değneği mesabesindeki göstergeler, buluşçuluğun ve doğaçlamadan yakasını kurtaramayan serazatlığın gölgesinde kalır. Boş kalan her yere bir “gürültü” hücum eder hemen. İstifçi ve itirafçıdır zaten; sıkışmayı, didişmeyi, düşkünlüğü, çaresizlik ve zaafı bile şiirin evleğine yayar. Yakasını bırakmayan aylaklığı ve çıkışsızlığı dahi hiç sakınmadan okuyucusuyla paylaşır: “Bu gece bir şehvet azarladın”.

Gerçekte şiire yeni bir insan getirmek isteyen poetik dinamizm; “İşaret Çocukları”nda (1969), sıçramalı bir dil eşliğinde, hızla akan bir ırmak gibi başını dört bir yana vurarak gövdeleşir. Karşılaşmaların ve keşfetmelerin bütün hâllerinin deveran ettiği bu örneklerde, moderne yönelik sancılı ve eleştirel tavır kendini belli eder. Şairi sevgili ile anne, baba ile çocuk arasında sıkıştıran zamâneye çatılırken, kopukluk ve uzaklık sancısını hissettirecek şekilde, geleneğe de müspet bir bakış vardır: “Zaman dert getirdi sulara”.

Aslında tek bir kişiyi çoğaltan, çok yönlü bir kahramanı hazırlayan “Yedi Güzel Adam”da (1973) “dağ”ın etrafında dolaşan ve onun hünerlerini öğrenen bir erginlik sezilir. Bu kitapla birlikte şiddet eğilimi ve vurgusu güçlenir. Dağ, çoğu zaman şehir hayatının, uygarlığın karşısında konumlandırılır. Vurma, yıkma, kağşatma isteği neredeyse dindar bir barbarlıkla bütünleşir. Yabanıllığın coşkusuyla çatılan ilkel estetik, dağınık unsurlar eşliğinde cömertçe sezdirilir.

Menziller”de (1977) sınav ve cehd ağırlaşarak devam eder, güzergâh ve duraklar kısmen belirginlik kazanır. Batı karşıtlığı, yoğunluğu sürekli artan bir anlatımla tahkim edilir. Bu kitaptaki Kabul şiirinde geçen “Eski şairliklerim gitti gözümden / Gayridir başka bir hal kuşanıyorum” dizeleri; hem uzaklaşmak hem de arayıp bulmak istediği anlayışlara dair güçlü bir işaret fişeğidir.

Korku ve Yakarış” ise (1986) epeyce olgunlaşan, dünyayı bilinçle kavramaya ve sorgulamaya meyleden bir sesle dolar. Özne, feleğin zorlu çemberinden geçmiş, ayaklarını yere basmayı öğrenmiştir artık. Metnin şahıs kadrosu zenginleşmiş, yeni oda ve pencereler bulan mekân genişlemiş, zaman esaslı bir meseleyi anlatmaya yetecek kadar uzamıştır. Türkiye’ye bitiştirilen İslâm coğrafyası; yerilen hayınlar ve işbirlikçilerin yanı sıra, mustazaf konumuna düşürülen ve cesurca direnen müslüman halklar ve savaşçılar bağlamında hareketlendirilir.

İslâm Haritasında Bir Şair

Dünya ile birlikte hayatı, ilgileri, dertleri ve hayalleri de değişir şairin. Tanıklığın radarını yenileyen bu değişiklik; bakışı, gözlemi ve onun gençliğinde fazlasıyla değer atfettiği ilhamı da disipline etmeye koyulur. Tasasını çektiği konular, olaylar, insan manzaraları, acı ve sevinç enstantaneleri de farklı bir kavrama ve aktarmanın işaretlerini verir. Söz gelimi ete, kasa, kana, bedene duyulan ilgi devam etse de bunlar kavganın, savaşın, cephenin içinde anlatılır artık. Hayranlığın ve öfkenin gerekçesinde kaymalar yaşanır. Kadın ve çocuk, biyolojinin fanusundan sıyrılarak sosyolojik ve ideolojik bir güzergâhta dillenir. İmaj patlamaları, inancın evreninde kısmen zapturapt altına alınır. Sıra dışı ve zorlama bağdaştırmaların, deformasyon örneklerinin sayısı azalırken somut göstergeler artar. Yola hikmet ışıkları dizilir, bilincin önüne gerilen çitler daha hızlı atlanır. Bir tür “sekr” içinde cevelan eden o “çılgın teyakkuz”, kıyıya dikilen anlam menarlarına doğru kulaç atar. Bütün bunları, yatağını aniden değiştiren ya da esaslı bir kopuşa matuf diyagonal hamleler olarak görmemek gerekir. Öncekini tamamen nesheden radikal bir tutum değildir bu; sancılı bir değişme ve gelişmedir.

Yusuf kıssasındaki “üç gömlek” meselesi eşliğinde bakmak da mümkündür Zarifoğlu şiirine. Yakub gibi güngörmüşler nezdinde hakikatin yerini tutamayan; kurt kanıyla boyalı, sahte, kokusuz bir gömlek vardır ilkin. Sesi kuyulardan gelen, “Sanki dünya bir tek kaldırıp vuracağım gürze gebe demek için avazını bileyen fakat soluğunu tutan cevval bir çocuk yavaş yavaş berkitilir. Bir süre sonra, hayret ve merak içinde kırpışıp duran, hem sarayı hem de zindanı gören göz eşliğinde arkadan yırtılan gömlek öne çıkar. O yırtıktan hem bedenin huy ve eğilimleri hem de ite çakala karşı duracakların karşılaşacağı bir yeryüzü tufanı sökün eder. Son aşamada Yusuf kokulu gömlek ile karşılaşırız. Zaman zaman kanlanan, kapanan, korkan, kuruyan fakat esaslı bir günün geleceğini de sezen göz, nihayet bariyerleri ve marazları aşarak yavaş yavaş açılır, görür, gösterir. Bilgece görüşe, bu aşamada, Yusuf’tan gelen bir koku da refakat eder. İyiliğin yoluna dikilen, insanca yaşamanın üstünü örten, bereketin yayılmasını engelleyen kişi ve anlayışlarla mücadeleye de hız verilir. Parça güzellikler, kısmî doğrular; tevhid ve adalet sancağı altında bütünleşip birikme istidadı duyar. Çit düşer, taht görünür; zulûmat çekilir, açıklık ve aydınlık yeni zirvelere göz koyar.

Son kitabı Korku ve Yakarış; Zarifoğlu poetikasının temel özellik ve kodlarını korumakla birlikte, iletisi açık ve güncelliği belirgin şiirler içerir. Dolayımlama azalmış, adlarıyla bile bariz bir göstergeye dönüşmüştür bu örnekler. Dizginleyemediği enerjisini kendi üzerinden taşıran, standart dilin ve dünyanın dışına çıkarak kelimeler ve nesneler bolluğu içinde çırpınan eski tutumunu kısmen devam ettirse de birçok şiirinde gerçekçidir artık, toplumcu olduğu bile söylenebilir. Bu noktada şair de yadırganacağını bilir aslında; politik bilinci önemseyenlere dudak bükenlerin hücumlarını bekler. Yine bir sıkışma yaşadığının da farkındadır gerçekte; muhtemel tepkiyi yumuşatmaya, önlemeye çalışır, ara yollar arar. İnanç dünyasından gelen unsurların “suda erimiş madenler gibi” şiire yedirilmesinden söz eder mesela. Köklü bir paradigma değişikliği söz konusu değildir zaten, her şeyi altüst eden bir “bilinç aşısı”na da ihtiyacı yoktur. Yeni bir bilincin geldiği fakat münâdinin de seslenmek için sesini bilediği bu dönemdeki şiirlerinde asıl problem, anlama ve mesaja fazla yüklenmesi, ideolojik bir bagaja sahip olması değildir. Aceleye getirmesi, işçilik konusundaki eski zaaflarından kurtulamaması, öfkesine ve anlatma hevesine estetik bir ayar verememesidir.

Afganistan’daki savaş ve direniş, son kitabındaki birçok şiirde kalkış noktası olur. Bazıları ritim, sesleniş ve içerik yönünden modern bir koçaklama sayılabilecek türdendir. Sorgulamalarda, bir özgüven ve cesaret havası sezilir. Ses; gür, erkekçe ve yiğitçedir. Suriye’deki Baas rejimi tarafından 1982’de büyük bir katliamın gerçekleştirildiği Hama üzerine de şiirler yazar. Kıyımlar, yakılıp yıkılan ev ve sokaklar herkesi dehşet içinde bırakmış, şehir haritadan silinecek hâle gelmiştir. Zarifoğlu, Hama: Sımsıcak şiirinde “Yetmiş bin şehit / Sayısınca billur kâse” dizeleriyle kayıt düşer bu katliama.

Filistin direnişine de bîgâne kalmaz. “Daralan Vakitler” ve “? Soru İşaretlerinden Biri” şiirleri, bu konuya eğilir. İlk örnekteki “Filistin sen işine bak kar toprağını / Yoğur gazabını yaradanın” dizeleri meşhurdur. Müslümanların uyuklamasından, esirlik ve zulmü kanıksamasından, petrol ya da banker sellerinde boğulmasından, rızık ve can korkusuyla sinmesinden, “lokması ellerinde” olduğu için başını eğip zalimleri dinlemesinden yakınır.

Münâdi, Cahit Zarifoğlu’na 47 yaşındayken seslenir. Şiirinin olgunlaştığı, kısmen yatak değiştirdiği, iç ve dış bariyerleri aştığı yıllardır. Yaşadığı dönemde ülkesinin yanı sıra Afganistan’da, Kuzey Afrika’da, Filistin’de, Suriye’de olup bitenlere ses veren “Cahit Zarifoğlu yaşasaydı, şiiri nasıl bir istikamette ilerlerdi?” sorusu; Gazze’deki soykırım ve direnişe tanıklık ettiğimiz şu günlerde, zihnimizde hâlâ çınlayıp durmaktadır.

Rahmet olsun. Cehdi ve ismi, dualar eşliğinde yaşasın.

Kültür Sanat Haberleri

Bilgi, inanç ve eyleme yönelik bir ömür çaba: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Kasım 2024 sayısı çıktı
Umran dergisinin 363. sayısı çıktı!
Dava ahlakına sahip bir Müslüman: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Ekim 2024 (268'inci) sayısı çıktı