Mehmet A. Kancı / Anadolu Ajansı
Washington Post gazetesi yazarı ve Suudi Arabistan'da yönetimi, ABD Başkanı Trump'ın da ifadesiyle, fiilen elinde tutan Veliaht Prens Muhammed bin Selman'a muhalif bir isim olan Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'daki Suudi Arabistan Konsolosluğu'na girdikten sonra kendisinden bir daha haber alınamamasının üzerinden geçen süre bir ayı bulmak üzere. Türkiye'nin yürüttüğü şeffaf soruşturmadan elde edilen sonuçlar Rusya, Almanya ve Fransa liderleriyle paylaşıldı. CIA Direktörü Haspel ve Dışişleri Bakanı Pompeo aracılığıyla bu deliller Beyaz Saray'a kadar ulaştırıldı. Ancak Türkiye uluslararası toplumun önünde sorduğu iki soruya Riyad'dan yanıt alabilmiş değil. "Cemal Kaşıkçı'nın cesedi nerede?" ve "Cesedin yok edilmesi için kullanılan yerli işbirlikçinin kimliğinin ne olduğu?" sorularına yanıt vermeyen Suudi Arabistan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tabiriyle "ipe un serme" stratejisine başvuruyor. Peki Suudi Arabistan yönetimi, kendisi tarafından da kabul edilen pervasızca cinayetin çözülmesinde adım atmaktan nasıl oluyor da imtina ediyor, diplomatik koruma temin eden Viyana Sözleşmesi'ni kanlı bir şekilde suistimal eden bu eylemden nasıl olup da sıyrılabileceğini düşünüyor?
Öncelikle muhaliflerini bertaraf etmekte gerek sosyal medyayı, gerek basını kullanmakta uzmanlaştığı anlaşılan Veliaht Prens Selman, çağımızın yoğun gündem ve haber bombardımanına güveniyor. Doğru bir strateji ile Kaşıkçı cinayetinin zaman içerisinde uluslararası toplumun gündeminden düşeceğine inancı tam. Amerika Birleşik Devletleri'nde 11 kişinin öldürüldüğü sinagog saldırısı, Orta Amerika ülkelerinden ABD'ye yürüyüşe geçen göçmenler ve yine ABD'nin 5 Kasım'daki seçim gündemi Kaşıkçı meselesinin kısa sürede gölgede kalmasına yardımcı oldu. Suudi Arabistan yönetimini bu işten sıyrılabileceği konusunda motive eden ikinci konu ise geçen hafta Riyad'da düzenlenen uluslararası yatırım zirvesiydi. Çok sayıda şirketin CEO'sunun, uluslararası kuruluşların başkanlarının ve bakanların katılımdan vazgeçmesine rağmen, Riyad'daki zirvede 56 milyar dolar tutarında anlaşma imzalanması, Veliaht Prens Selman'a yaptığının yanına kalacağına dair karşılığı olmayan bir özgüven aşıladı. ABD, Çin Halk Cumhuriyeti ve otomotiv sektörü başta olmak üzere Japonya ile imzalanan anlaşmalar, ekonomi ve reel politiğin, bireyin yaşam hakkı ve basın özgürlüğü gibi insan haklarının temel unsurlarından önce geldiği imajını yayarken, karar vericinin evrensel adalet ilkeleri değil piyasalar olduğu izlenimini yarattı. Ve son olarak Prens Selman'ın sırtını dayadığı Trump yönetiminin, Filistin meselesi ve Kudüs'ün statüsüne ilişkin Birleşmiş Milletler kararlarına karşı takındığı umursamaz tutum ile dahası Birleşmiş Milletler'in temel prensiplerini dinamitleyen politikaları, Riyad'daki yönetimin Kaşıkçı cinayetinin "emri veren kişi ya da kişileri" kapsayacak şekilde çözümünü yokuşa sürerken güvendiği başlıca dayanaklar.
Cinayeti gündemden düşürme çabaları
Amerika Birleşik Devletleri Başkan Trump bir yandan Suudi Arabistan ile yaptığı yüz milyarlarca dolarlık silah anlaşmaları ile kampanyasında sözünü verdiği işsizlik sorununu çözerken tökezlemek istemiyor, bir yandan da 4 Kasım'da İran'a uygulanacak ikinci aşama yaptırımları öncesinde Körfez'de kurduğu ittifaka zarar gelmesinden endişe ediyor. İsrail ise "Yüzyılın Anlaşması" adı altında Filistin Devleti'ni ortadan kaldırmanın son aşamasına gelmişken, bu projenin bir numaralı sponsorunu kaybetmek niyetinde değil.
Türkiye'nin, Kudüs ve İdlib'de uluslararası hukuka ve barışa sahip çıkan insani diplomasisi bugün Kaşıkçı'nın cinayetinin emrini verenler ve ona uluslararası koruma şemsiyesi sağlayanlar için de bir rahatsızlık kaynağı haline gelmiş durumda. Bu uluslararası odaklar cinayetin gündemden düşmesi için çaba harcarken, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet, Suudi Arabistan'a, gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın öldürülmesine ilişkin soruşturmaya uluslararası bağımsız uzmanların da dahil edilmesi ve Kaşıkçı'nın cesedinin nerede olduğunun açıklanması çağrısında bulundu. ABD ve Suudi Arabistan'ın şu ana kadar izledikleri strateji bu tür bir çağrının her iki ülkenin başkentinde yankı bulmasını mümkün kılmıyor. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bu sessizliğin siyaset arenasıyla sınırlı olmadığını da gözönüne almak gerekiyor. Associated Press ajansının yaptığı bir araştırma ABD'deki bazı kolej ve üniversitelerin, Suudi Arabistan yönetimi ile doğrudan ya da dolaylı bağlantılı kuruluşlardan 2011 yılından bu yana 354 milyon yardım aldıklarını ortaya koyuyor. Bugüne kadar bu eğitim kurumlarından yalnızca ikisi (MIT-Massachusetts Institute of Technology ve Babson College) Kaşıkçı cinayetiyle ilgili duydukları endişeyi dile getirerek Suudi Arabistan ile işbirliği konusunu yeniden değerlendireceklerini duyurdu. Beyaz Saray'a, ABD Başkanı'nın ailesine ve Amerikan akademi dünyasına yüz milyonlarca dolar akıtmış olan Veliaht Prens Selman, emrinde çalışanlarının "arbede" sonucu işledikleri bir cinayetin görmezden gelinmesini bekliyor olabilir. Prens Selman'ın kendisine koruma kalkanı inşa etmek için yaptığı yatırımlar ABD ile sınırlı değil. Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail basını, Veliaht Prens'in, İsrail ile bugüne kadar benzeri görülmemiş bir anlaşmayı gerçekleştirdiği haberlerini de geçen hafta sonu gündeme taşıdı. El Halic ve Jerusalem Post tarafından yayımlanan habere göre, daha önce Batı dünyasının hiçbir Arap ülkesinin sahip olmasını onaylamadığı düzeydeki istihbarat teknolojilerinin İsrail tarafından Suudi Arabistan'a satışı gerçekleşti. 250 milyon dolar tutarındaki bu satışın pazarlığı da Batılı ülkelerin arabuluculuğunda Washington ve Londra'da yürütüldü. Hatta bu görüşmelerde İsrail ve Suudi Arabistan'ın askeri istihbarat paylaşımı konusunda da anlaşma sağlandı. Gazze'de yaşayan Filistinlileri, Sina Yarımadası'nda kuracakları "getto"ya kapatmak için el sıkışan iki ülkenin tesis ettiği bu uzlaşmanın boyutları, Kaşıkçı cinayetinin yalnızca bir başlangıç olabileceği ihtimalini düşündürtüyor.
Kaşıkçı dosyası henüz bu kadar sıcakken İran rejiminin, Avrupa'daki muhaliflerine yönelik Fransa ve Danimarka'da ortaya çıkarılan saldırı girişimleri ve bunlara verilen tepkiler de Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. Fransa ve Danimarka, plan aşamasındaki saldırılar için büyükelçilerini çekme, sınır dışı etme hatta İran'a karşı Avrupa Birliği düzeyinde yaptırım çağrısı yollarına başvururken, Kaşıkçı cinayetiyle ilgili "endişe ifade" eden açıklamalardan ileri bir adım atmış değiller. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'nin de 18 şüphelinin vizelerini iptal etmekle yetindiklerini hatırlatalım.
Hanedandaki dengeler değişebilir
1988'deki Lockerbie Faciası ve 2005'teki Refik Hariri suikastlerinin ardından yaşanan hukuki süreçler gözönüne alındığında uluslararası nitelik taşıyan cinayetlerin cezalandırılması konusunda iyimser olmak zor. İskoçya'nın Lockerbie kasabası üzerinde düşen PanAm uçağına bombayı koyan Libyalı istihbarat görevlisi Abdülbasit el-Megrahi, 12 yıl süren baskı ve ambargolarla teslim alınabilmişti. Üçüncü bir ülke olan Hollanda'da İskoçya yasalarına göre yargılanmış ve 270 kişinin sorumlu bulunarak 27 yıl hapis cezasına çarptırıldıktan sonra İngiltere'de cezaevine konmuştu. İngiltere, Libya lideri Kaddafi'nin ticari şantajı karşısında Megrahi'yi 8 yıl hapiste tuttuktan sonra 2009'da sağlık sorunlarını gerekçe göstererek Libya'ya teslim etti. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'yi Beyrut'ta 1 ton patlayıcı yüklü araçla havaya uçuranları yargılamak için ise Birleşmiş Milletler tarafından özel bir mahkeme kuruldu. Mahkemenin kurulması 4 yıl sürdü. 2009'da kurulan mahkeme hala yargılamaya devam ediyor ve görev süresi 2020'ye kadar uzatıldı. Saldırının zanlıları olduğu tespit edilen Lübnan Hizbullahının 4 üyesi bulunabilmiş değil, yargılama gıyablarında yapılıyor. Bu örneklere bakıldığında Kaşıkçı cinayetinin zanlılarının teslimi ve yargılanması konusunda beklenti çıtasını yüksek tutmak mümkün değil.
Peki adaletin gecikmesine, uluslararası toplumun zayıf hafızasına, ABD silah sanayii ile üniversitelerine akıttığı paraya güvenen Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman bu fırtınayı gerçekten sorunsuz atlatabilecek mi? Cemal Kaşıkçı'nın Washington Post'taki meslektaşı David Ignatius geçen haftaki yazısında, Prens Selman'ın Suudi Arabistan sarayındaki konumuna dair kısa vadede bir değişilik beklememesi gerektiğini savunsa da kimi kaynaklar bir değişimin yolda olduğuna işaret ediyor. Ortadoğu kaynaklı bazı haber mecraları çarşamba günü, Kral Selman'ın kardeşi Prens Ahmed bin Abdülaziz'in ABD ve İngiltere tarafından güvenlik garantileri sağlanması üzerine Londra'dan Riyad'a döndüğünü duyurmaya başladı. Aynı kaynaklar, Veliaht Prens bin Selman'a muhalif olan ve Almanya'da yaşayan Halid bin Farhan'ın da açıklamalarına yer vererek, Prens Ahmed'in Suudi Kraliyet ailesinin uluslararası toplum önünde bozulan imajını düzeltecek bir isim olabileceğine dikkat çekiyorlar. Prens Ahmed bin Abdülaziz, eylül ayında Londra'da Yemen'deki savaşın protesto edildiği bir gösteri sırasında Suudi muhalif eylemcilerden kraliyet ailesi aleyhinde slogan atmamalarını istemiş, savaşın sorumlusunun Veliaht Prens Selman olduğuna işaret etmişti.
Mevcut manzara, Prens Selman'ın temennisi doğrultusunda uluslararası toplumun Kaşıkçı cinayeti karşısında sessizliğe bürünmesi yönünde ilerliyor gibi görünse de 6 Kasım'da ABD'deki seçimin sonucuna bağlı olarak "piyasaların" Riyad'daki dengeleri sarsacak bazı gelişmelerin karaltılarını ufukta seçmeye başladığı anlaşılıyor. Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanı Mattis'in Yemen'de ateşkes sağlanması ve barış görüşmelerine 30 gün içerisinde başlanması için yaptığı çağrının da bu gelişmelerden biri olması muhtemeldir.
[Ankara'da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]