Farz edin ki yazarlarından gayet memnun olduğunuz bir gazetenin takipçisisiniz. Doğruları ve gerçekleri gören bir muharrir kadrosuna muhatap olduğunuzu düşünüyorsunuz. Ama bunların arasında nereden gelmişse biri daha var.
‘Sadece muhayyilesini çalıştıran ve her şeyi vehimler üzerinde kuran birisi…' Oturup da sırf bu adam için bir makale yazar mısınız? Ben olsam yazmam… Ama Uğur Kömeçoğlu adlı akademisyen yazdı (12 Mart, Yorum). Benim konumumu yukarıdaki cümlelerle ifade etmesine rağmen, görüşlerimin ne denli yanlış ve (bence) arkaik olduğunu sergilemek istedi. Düşündüm de belki sandığımdan daha etkili olduğum için bu tepkiye mazhar olmuşumdur. Yoksa insan bu enerjiyi muhakkak ki daha işlevsel amaçlar için harcamalı.
Söz konusu yazının ciddiye alabileceğim yönleri maalesef çok az. Ama Türkiye'de liberallerin içinde dolandıkları bir çukura dönüşen ‘hukuk' meselesi üzerinde durmakta yarar var. Kömeçoğlu'na göre benim yaklaşımım “hukukun üstünlüğüne inanmayan bir siyaset” içeriyor. Açıklama ise şöyle: “Çünkü Mahçupyan, TV kanallarında ‘Türkiye'de zaten hukuk diye bir şey yoktu ki' diyerek son yapılanları meşrulaştırmış oldu.” Normatif kanaati anlamak için bir kişinin gerçekliğe ilişkin tespitine bakmak genelde kendisine ‘liberal' diyenlerde sıkça rastlanan bir olgu haline geldi. Nasıl ki bir ülkede hukuk var diye ‘hukukun üstünlüğü' kendiliğinden geçerli olmuyorsa, hukukun ilkesizliği de ‘hukukun üstünlüğünün' inşa edilmesi gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Ama son dönemde bazı yazarlar sırf ‘hukukun üstünlüğünü' bir ilke olarak savunma sayesinde halen var olan hukuku meşrulaştırmanın mümkün olduğunu sanmaya başladılar.
Türkiye bir hukuk devleti değil ve hiçbir zaman da olmadı. Hukuk, devlet ideolojisine payanda işlevi görmek üzere tasarlandı ve esas olarak devleti koruma altına aldı. Dolayısıyla iktidarı denetleyen ve dizginleyen bir disiplin olarak görülmek bir yana, doğrudan iktidarın paydaşı olarak gelişti. Bu durumdan yararlanan ve iktidar olanağını kullanan ise doğal olarak soyut ‘hukuk' değil, yargı oldu. Batılıların bugün Türkiye'de olan biteni anlamamasının temel nedenlerinden biri de bu. Modern siyasî sistemlerde yargı, kuvvetler ayrılığının ayaklarından biri. Yani yasama ve yürütmenin yanında demokratik sistemin çalışması için elzem bir erk. O nedenle yargı bağımsızlığına halel gelmemesini önemsiyorlar ve tabii ki bu anlamlı bir kaygı. Ne var ki Türkiye'de yargı, kuvvetler ayrılığının parçası olmanın çok ötesinde bir konumda… Bizde yargı devlet bürokrasisinin yapısal ayaklarından biri… Yani aynen ordu, Emniyet ve istihbarat gibi, devlet misyonunu taşıyan bir organ. O nedenle de birincil kaygısı adalet olmayan, siyasî değerlendirmeyi doğal sayan bir yapılanmadan söz ediyoruz. Dolayısıyla Cumhuriyet'in başından bugünlere dek yargı gerçekte bir hukuk denetimi yapmak bir yana, devletin siyaset üzerindeki vesayetinin istekli ve iştahlı aracı olarak çalıştı. Kömeçoğlu benim “hukukun niyetini okumak” gibi bir yaklaşımım olduğunu söylemiş. Böylesine akıl dışı bir önerme yapacağına hukuk kelimesi yerine yargıyı koyup biraz çevresine bakmayı deneyebilirdi. Çünkü bu ülkede yargı, elinde siyaset yapma gücü bulunan ve bunu kullanma geleneğine sahip bir kurum. Dolayısıyla siyasî iradesi ve niyeti var.
Son on yıl söz konusu yapıyı alabora etti. Askerî vesayet gerilerken, Emniyet ve yargıda kadro boşalmaları yaşandı. Böylece iktidar alanı ‘çoğullaştı' ama iktidar olanakları ortadan kalkmadı. Hatta askerin baskısından kurtulduğu ölçüde ‘yeni' yargı daha da meşru hale geldi. Ama hiçbir zaman sembolik olarak gösterildiği gibi elinde terazi tutan gözü bağlı bir kadın olmadı. Aksine gözleri açık, elindeki teraziyi sallayan bir yargı ile karşılaştık. 17 Aralık dosyasının hükümet içindeki yolsuzlukları ve usulsüzlükleri ortaya çıkarmış olması son derece muhtemel. Ama bu girişimin sadece ‘hukuk' olduğunu düşünmek için siyasetten hiç anlamamak gerekiyor. Velev ki bizzat sizin gözleriniz bağlı olsun…
Kömeçoğlu, Halk Bankası olayı için de “küresel sistemde bulunan hiçbir demokratik hukuk devletinin dünyanın bilgisi dışında böyle finansal işlemler yapamayacağını veya yapmaması gerektiğini her aklı başında yazarın bildiğinden” dem vuruyor. Ama yaptığı için de hükümeti suçluyor… Demek ki yapmak ile ‘yapmamak gerektiği' birbirinden farklı şeyler. Ve yine demek ki Türkiye bir hukuk devleti değil. Üstelik, kabullenilmesi bazılarına zor gelse de, sadece hükümetin yanlışını düzelterek de hukuk devleti olunamaz. Bunun asgari ve zorunlu koşulu (maalesef) yargının düzeltilmesi.
ZAMAN