Aliza Marcus, 1989-96 arasında Türkiye'de görev yapan Amerikalı bir gazetecidir. Bence PKK üzerine okunması gerekenlerin başta geleni olan kitabın yazarıdır.
(Bkz. 27 Kasım 2007 tarihli yazım.) Söz konusu kitap, "Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi" (İletişim, Şubat 2009) başlığıyla Türkçe'ye de çevrildi. Marcus, yakınlarda Foreign Policy dergisinde "Troubles in Turkey's Backyard / Türkiye'nin İç Sorunu" başlıklı çok dikkate değer bir makale yayımladı. Öncelikle, bu makaledeki şu ana tespitlere katıldığımı belirtmeliyim:
İçeride ve dışarıda güçlüklerle karşı karşıya olan Erdoğan, PKK ile hatta yasal olarak seçilmiş Kürt politikacılarıyla görüşmek için gerekli siyasi sermayeye sahip olmayabilir. Ancak Erdoğan yine de şaşırtabilir; Kürtler de öyle. Kürt aktivistler görünürde devletin doğrudan Öcalan ile görüşmesi gerektiğinde ısrar ediyorlar ise de, gerçekte çok daha uzlaşmaya açıklar. Yine de görüşmelerin başlaması için Türk yetkililerin PKK'yla görüşmüyormuş gibi, PKK'nın da görüşmelere katılmıyormuş gibi yapması gerekecektir. Erdoğan'ın hedefi görüşmeler yoluyla PKK'yı dönüştürmek olmalı. Bunun için, PKK'lılara (af ve siyasi faaliyet üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması dahil) silahları bırakmak ve demokratik sürece katılmak için bir sebep ve siyasi hareket alanı tanınmalı.
Birçok yazımda altını çizdiğim gibi, Marcus gibi ben de, bugün gelinen noktada PKK veya aracılarıyla, dolaylı ya da dolaysız görüşme yapılmadan örgüte silah bıraktırmanın mümkün olamayacağını; öte yandan görüşme yoluyla bunun mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bu bağlamda Erdoğan'ın "şaşırtabileceği"ne de ihtimal veriyorum. Buna karşılık Marcus'un makalesini okuyacak olanları, sunduğu analizin şu gerçekleri ihmal ettiği konusunda uyarmak istiyorum.
İlan ettiği "Demokratik Açılım"ın fazla bir yol almamış olmasının "yegane sorumlusu" Erdoğan değildir. Türkiye'de siyaset, devlet-hükümet ayrımı dikkate alınmaksızın anlaşılamaz. Devletten ve milliyetçi muhalefet partileri, CHP ve MHP'den gelen direnişi hesaba katmayan bir analiz hakkaniyetle bağdaşmaz.
Erdoğan hükümetinin Kürt sorununun çözümü yolunda attığı "yegane somut adım"ın 24 saat Kürtçe yayın yapan kanal olduğu iddiası da hakkaniyetle kesinlikle bağdaşmaz. AKP iktidarı altında Kürtçe yayın, eğitim, son olarak siyasi propaganda mümkün hale geldi; Kürt kimliğini temsil eden partiler bölgenin birçok belediyesini kazandı, parlamentoda temsil imkânı buldu. Kısaca, Kürt kimliğinin resmen değilse de fiilen tanınması yolunda birçok adım atıldı.
Evet, PKK Türkiye Kürtlerinin önemli bir kesiminden destek görmektedir, ama Kürtlerin yegane temsilcisi olduğunu iddia etmek saçmalıktır. Türkiye Kürtlerinin büyük çoğunluğu AKP'ye oy vermektedir. AKP'nin parlamento grubunun en az beşte biri, kimliğini gizlemeyen Kürtlerden oluşmaktadır. Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) ve Haklar ve Özgürlükler Partisi yanında pek çok Kürt aydını PKK şiddetini Kürt sorununun çözümüne engel olarak görmektedir.
TSK'dan "laik bir kurum" Erdoğan'dan bir "İslamcı" olarak söz etmek Türkiye'yi yakından tanıyan herhangi bir ciddi araştırmacıya yakışmaz. Ciddi bir araştırmacı, TSK'nın ve genel olarak Türk bürokrasisinin bağlı olduğu otoriter laiklik anlayışının, dini özgürlüklere demokratik düzenle bağdaşmayan kısıtlamalar getirdiğini bilir. Ne Suriye, İran ve Hamas'la iyi ilişkiler kurmak, ne de İsrail'in Gazze kuşatmasına karşı çıkmak Erdoğan'ı "İslamcı" kılar. Erdoğan hükümetinin eleştirilecek çok yanı vardır, ama izlediği gerek ekonomik, gerekse (iç ve dış) siyasi politikalar esas olarak liberal ilkelere dayanır. Başka hiçbir hükümet Kürt kimliğinin tanınması yolunda, bu hükümet kadar çaba göstermemiştir.
Erdoğan hükümetinin İran'la nükleer krizin bölgede yeni bir savaşa yol açmasını önlemek ve İsrail'in Filistinliler ve Suriye ile barış yapması için harcadığı diplomatik çabaların Türkiye'nin güvenliği ile ilgisiz olduğu iddiası da ciddiye alınamaz.
ZAMAN