Görüşmeler

Ahmet Altan

Anlaşılıyor ki çatışmaların en keskin olduğu dönemlerde bile orduyla PKK arasında görüşmeler yapılmış.

Yıldıray Oğur’un yeniden gündeme getirdiği bu görüşmelerin seyrini bir vakitler Med TV’de çalışmış bir yetkilinin kaleminden aktarıyoruz bugün.

İsimler, tarihler, ayrıntılar veriyor.

Bence görüşmelerde eleştirilecek hiçbir yan yok.

Barışı sağlayacak her girişim kutsaldır.

Kim yaparsa yapsın sonuna kadar desteklenmelidir.

Buradaki sorun, görüşmeleri değil.

Sorun, ordu yetkilileri PKK’yla dolaylı ya da dolaysız görüşmelerini ve ilişkilerini sürdürürken, “barış olsun”, “PKK’yla görüşülsün” diyen insanların yargılanması ve hapse atılması.

Onlar görüşürken biz yargılanıyorduk.

Savaşanlar birbirlerini “düşman” olarak görse de bu “düşmanların” ikisi de bu toprakların çocukları.

Neden bu insanların kaderini belirleme hakkı yalnızca orduda?

Neden bu ülkenin insanları, kendi ülkeleri ve kendi insanları hakkında fikirlerini söyleme hakkına sahip değil?

Neden sadece “devletten para” alanlar, bu insanların kaderi hakkında konuşmak yetkisine sahip de, bu “devlete para verenlerin” hiç söz hakkı yok?

Hiçbir gelişmiş ülkede savaş ya da barış kararı orduya bırakılmaz.

Savaşa da barışa da o ülkenin insanlarının seçtiği temsilciler karar verir.

Onların kararları da toplumun özgürce tartışabilmesiyle belirlenir.

Bizde ise durum tam tersine.

Savaşa da barışa da karar verecek olan ordu.

Bu konuda fikirlerini söylemek isteyenler eğer ordunun fikrinden başka bir fikri savunursa ya “hain” ya “düşman”.

Generaller, ülke için neyin iyi olduğunu sadece kendilerinin bildiğine inanıyor.

Başka hiç kimsenin konuşmasından, fikrini söylemesinden hoşlanmıyor.

Hoşnutsuzluğunu da o insanları mahkemelere göndererek, mahkûm ettirerek gösteriyor.

Ve, yirmi beş yıldır bu sorun çözülemiyor.

Bu anlayışla yirmi beş yıl daha çözülemez.

Bu “sadece ben bilirim” anlayışı yalnızca bizim orduya mahsus değil.

PKK da aynı hastalıktan mustarip.

O da her yaptığının doğru olduğuna, doğruyu sadece kendisinin bildiğine ve asla eleştirilmemesi gerektiğine inanıyor.

Bazen PKK yöneticilerinin bizim gazeteyle ilgili yazılarını ya da sözlerini okuyorum.

Orduyu eleştirdiğimizde Orgeneral Başbuğ’un konuşma biçimi ve üslubu neyse, PKK’lılarınki de o.

Silahlı olmanın getirdiği ortak bir kibre sahipler.

İkisinin de yaklaşımı “dövüşen biziz, canını ortaya koyan biziz, en iyisini de biz biliriz” yaklaşımı.

Eğer sadece silahlı olanlar ve canlarını ortaya koyanlar “en doğruyu” biliyorsa, iki taraf da silahlı, iki taraf da canını ortaya koyuyor, o zaman “en doğruyu” bilen iki güç oluyor ama bildikleri “doğru” bir işe yaramıyor.

Kırk bin kişi öldü.

Hâlâ da ölüyor.

Türkler için ordu “kutsal”, Kürtler için PKK “kutsal”, orduyu eleştirdiğimizde Türk milliyetçilerinden, PKK’yı eleştirdiğimizde Kürt milliyetçilerinden benzer tepkileri alıyoruz:

“Sen kimsin, sen ne karışıyorsun, sen ne bilirsin?”

“Ben” bilmem ama “biz” biliriz.

Silahın rüzgârına kapılmamış, “en doğruyu” konuşarak bulmaya çalışan, bu savaşın durmasını isteyen Kürtlerle Türkler bilir.

Ordunun da, PKK’nın da, “benden başkası konuşmayacak” tavrından, baskısından, tehdidinden sıkıldık artık.

Kendi aralarında buluşup konuşacaklar ama kendilerinden başkasına konuşma hakkı tanımayacaklar.

Barışın üstündeki bu “ambargo” nedir?

Ordunun da PKK’nın da her yaptığı, her eylemi, her kararı, bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insanın geleceğini ilgilendiriyor.

Bu yetmiş milyon insan kendi geleceğini iki silahlı gücün tekeline mi bırakacak?

Barış istiyoruz, eşitlik istiyoruz, özgürlük istiyoruz, adalet istiyoruz.

Yirmi beş yıldır silahlıların beceremediğini bir de silahsızlar denesin istiyoruz.

“Silahsızların” barışı arama hakkı olmayacak mı?

“Dürüstlük ve akıl” sadece silahta mı, “silahsız” olanda dürüstlük ve akıl yok mu?

Bırakın silaha tapınmayı da...

Biraz da silahsızları dinleyin, sizin beceremediğinizi belki onlar becerir.

TARAF