15 Temmuz’un yıldönümü etkinliklerine kitlelerin geniş katılımı mağduriyet iddialarının yalan olduğunun göstergesi sayılabilir mi?
15 Temmuz’un yıldönümü geçtiğimiz hafta geniş kitlesel katılımla kutlandı. Söz konusu eylemliliği, asker korkusuyla sindirilmiş, kişiliksizleştirilmiş bir siyasal-toplumsal geleneğin hüküm sürdüğü bir ülkede direniş bilincinin kararlılıkla sürdürülmesi olarak görmek mümkün. Bu yönüyle halkın tanklara karşı sokağa çıkıp ölümüne karşı koyması demek olan 15 Temmuz direnişini sahiplenmeyi, cuntacı-darbeci zalimlere kararlılıkla meydan okumayı sürdürmesi anlamında ortaya çıkan görüntüyü önemli bir kazanım olarak değerlendirebiliriz.
Bununla birlikte etkinliklerin büyük ölçüde ‘resmi ve milli bayram’ mantığı içinde asırlık devlet geleneğine uygun biçimde örülmüş olmasını ve bir müddettir yukarıdan aşağıya geliştirildiği görülen ‘yerli ve milli’ duyarlılık zemininin takviyesine ivme kazandıran bir unsura dönüştürülmüş bulunmasını görmezden gelmekse mümkün değildir. Açıkçası içinde baskın bir tarzda İslami söylem ve renk barındırmakla birlikte son kertede devlet eliyle biçimlendirilen yeni tür bir ‘ulusal bilinç ve kimlik inşası’ çabasının bir yansıması ile karşı karşıya olduğumuz gerçeği inkar edilemez biçimde önümüzde durmakta.
Söz konusu duyarlılık ve sahiplenme düzeyinin yoğunluğunun tarafgir bir tarzda yorumlanarak farklı siyasal sonuçlar çıkartmanın zemini olarak kullanılması çabalarına ise özellikle dikkat çekmenin gerekliliğine inanıyoruz.
Vatan savunmasının tavizsiz neferleri!
İktidarın 15 Temmuz’un yıldönümünde gerçekleştirilen kitlesel etkinlikleri attığı siyasi adımların halk tarafından kabulü, teyid edilmesi olarak yorumlaması ve bu şekilde sunması anlaşılabilir bir tutumdur, zaten başka türlüsü de pek beklenemez. Karar alıcıların ve uygulayıcıların politikalarını sorgulamaları, tartışmaları pek olağan değildir! Üstelik de her sözünde, her kararı ve icraatında derin hikmetler aranan bir Reis kültürüne bağlılığın siyaset düzleminde pozisyonunu korumak ya da terfi etmek için şart olduğu anlayışının giderek belirginleştiği bir ortamda bunun çok daha zorlaştığı aşikârdır!
Garip olan ‘sivil toplum’ diye adlandırılan kesimin de, aydınların, yazarların, akademisyenlerin de tartışmasız, şerhsiz bir biçimde aynı politikaların savunuculuğuna, hatta sözcülüğüne soyunmaları! Adeta gidişata dair en küçük bir sorgulamaya, eleştiriye kapalı bir tutumla, aykırı hiçbir şey duymak istemeyen bir ruh haliyle icra edilen politikaları tasvip ve teşvike yönelmeleri!
Örneğin Erdoğan Guantanamo’dan ilhamla tek tip kıyafet mi önerdi? Aynı anda medyada karşımıza “bunu çoktan yapmalıydık, Allah bizi affetsin, geç bile kaldık” şeklinde yorumlar çıkabiliyor! Büyükada’da darbe toplantısı yaptıkları şeklinde gülünç bir ithamla insan hakları örgütlerinin yöneticileri gözaltına alınıp tutuklandı mı? Hemen Alman istihbaratının gizli ajanları ve ülkemiz üzerindeki hain planları türünden yazı dizileri okuyabiliyoruz! Öğretim üyesi olarak üniversitede ders veren akademisyenler devam etmekte olan hukuksuz operasyonlara katkı sağlamak üzere tek bir delil ortaya koyma gereği duymaksızın komplo teorileri üzerinden vatan haini olarak tanımladıkları kesimlere karşı devleti daha sert tedbirler almaya davet edebiliyorlar.
Bu zeminde hukukilik, ölçülülük, vicdani ölçüler pek para etmiyor! Devlet kutsaması had safhada! Buna paralel olarak da sıkça ‘millet’ kavramıyla bir mistifikasyona, “millet şu mesajı verdi”, “millet bunu istiyor” türünden söylemlere başvuruluyor. Sonuçta uygulanan politikalar iktidarın tercihleri, eylemleri olmaktan çıkartılıp ‘millet onaylı devlet icraatı’ olunca karşı çıkanların payına da olsa olsa vatan hainliği düşüyor!
Burada “15 Temmuz’un yıldönümünde milletin verdiği mesajlar ve irade beyanı” hususunda yapılan bir değerlendirme üzerinden sürecin nasıl iktidar merkezli olarak yorumlandığına ilişkin bir örnek üzerinde durmak istiyoruz.
Kitleler meydanda, mağdurlar nerede?
Star Gazetesinin 22 Temmuz tarihli Açık Görüş ekinde İdris Kardaş “15 Temmuz’un yıl dönümünde milyonların mesajı: FETÖ ile sonuna kadar mücadele” başlıklı bir yazı kaleme almış. (Yazının tamamı için bkz: http://www.star.com.tr/acik-gorus/15-temmuzun-yil-donumunde-milyonlarin-mesaji-feto-ile-sonuna-kadar-mucadele-haber-1239070/)
Özetlemek gerekirse, 15 Temmuz’un yıldönümü dolayısıyla gerçekleştirilen etkinliklere halkın geniş katılımını sürecin doğru ve adil bir biçimde yürütüldüğünün göstergesi olduğunu iddia etmiş. Yazısında İdris Kardaş, gizli ve tehlikeli bir yapılanma olduğundan hareketle FETÖ ile mücadelenin çok boyutlu olması gerektiğine dikkat çekiyor.
Gülenci yapılanmanın her düzeyde içerdiği sapkınlık ve tehditle mücadele etmenin bir zorunluluk olduğu açık! Buraya kadar sorun yok ama bu çok boyutluluğun bir dizi mağduriyet ürettiği gerçeğinin yok sayılması ilginç. Daha ilginci ise yıldönümü etkinliklerine geniş kitlelerin katılımının sürecin doğru ve adil bir tarzda yürütüldüğünün bir delili olarak kabul edilmesi.
Yazar mealen şunu söylüyor: İddia edildiği üzere büyük mağduriyetler yaşanmış olsaydı halkın buna tepkisi olur, yıldönümü vesilesiyle yapılan etkinliklerde bu kadar geniş bir katılımla mücadeleye destek verilmezdi!
Öncelikle halkın belli bir toplumsal sürece desteğini sadece o hadiseyle ilgili eylemlere katılanların sayısının çokluğundan, kalabalıklığından çıkartmanın ne derece doğru bir yöntem olduğu tartışılmalıdır!
Aynen bu mantıkla hareket eden CHP’liler de Maltepe’de geniş katılımlı bir mitingle sona eren Adalet Yürüyüşü adlı eylemlerine verilen destekten yola çıkarak ülkede hiçbir şeyin iyi gitmediğini kanıtlamış olmuyorlar mıydı?
Yine bu mantıktan hareket eden sol örneğin Gezi hadiseleri sırasında ‘diktatörlüğe karşı halkın topyekün isyanı’ söylemlerini dillendirmiyor muydu? “İşte herkes burada, halk tepkisini haykırıyor, öyleyse Erdoğan diktatördür!” şeklindeki sığ ve de anlamsız tezi tekrarlayıp durmuyorlar mıydı?
Oysa bu tutum sahipleri çok basit bir gerçeğe bilinçlice gözlerini kapatmış idiler. Kendi hoşlandıkları, benimsedikleri kitleleri ve onların eylemlerini, taleplerini önplana çıkartırken, bu toplumda başka kesimlerin, başka kitlelerin ve taleplerin de bulunduğu gerçeğini görmezden gelen bir tutum içindeydiler!
Volümü artırıp, feryadı bastırmak!
Kaldı ki hak, adalet hassasiyetinin kalabalıklara bakılarak ölçülmesinin de başlı başına yanlış bir yönelim ve yönlendirme olduğu açıktır. İktidar icraatının mağduriyete yol açıp açmadığı, mağduriyet şikayetlerinin gerçek mi, yalan mı olduğu sorularının cevabını sokaklara, kalabalıklara, sesi çok çıkanların tezahüratına bakarak vermeye kalkmak adil ve tutarlı bir yaklaşım olamaz.
İcraatın sahibi olan iktidarın propaganda gücü ve tazyikini hesaba katmadan, karşı çıkışların devlet eliyle püskürtülmesine, bastırılmasına yönelik baskın eğilimi dikkate almadan yapılan değerlendirmeler objektif sonuçlar vermeyecektir.
Bu yaklaşımın haksızlığını, tutarsızlığını bir örnekle açıklamaya çalışalım: Biraz geçmişe gidelim ve 28 Şubat zulmünü hatırlayalım!
Acı çekiyorduk, zulme uğramıştık ama sesimiz bazen doğrudan şiddetle, çoğu zaman da propagandayla bastırılmaya çalışılıyordu. Dönemin medyası, yüzde yüz haklı olduğumuza inandığımız ve devletin zulmüne en açık biçimde şahitlik ettiğimiz bir vasatta, mesela 10 Kasım ya da bir resmi bayram gününde, ‘Anıtkabir’i vecd içinde ziyaret eden yüz binler’ retoriği üzerinden süregelen zalimane icraatı meşrulaştırma gayretine girişiyor, maruz kaldığımız haksızlığı, zulmü örtmeye, gizlemeye çalışıyordu.
Bu törenler ve törenlere katılan kitlesel kalabalıklar üzerinden ülkede işlerin yolunda gittiği, abartılacak bir şey olmadığı, şikayet edenlerin müstevlilerin içimizdeki ajanları, işbirlikçileri, tescilli yalancılar, gericiler, yobazlar olduğu tezi vurgulanıyordu!
Aykırı sesleri bastırmak mümkün, gerçeği ortadan kaldırmak imkansızdır!
Açıkçası kitlesel coşkunun aykırı sesleri bastırmada çoğu zaman gayet işlevsel olduğu, en azından kısa dönemde etkili sonuçlar verdiği tartışmasızdır. İktidarlar da bundan yararlanma fırsatını kaçırmazlar. Uygulanan politikaları destekleyenler tarafındansa bu zemin hep haklı olunduğunun, doğru yolda ilerlendiğinin göstergesi olarak algılanır ve savunulan yaklaşımların toplumsal planda kabul gördüğünün delili şeklinde sunulur. Bu şekilde aykırı sesler, haykırışlar, itirazlar bastırılıp, susturulmaya, etkisiz kılınmaya çalışılır.
Bu çabalar bir ölçüde etkili de olur. Kalabalıkların coşkusu, gürültüsü çoğu zaman itirazları, karşı çıkışları görülmez, duyulmaz kılar! Ama belli şartlarda, belli sürelerde görülmez, duyulmaz olması haklı bir itirazın, bir talebin ortadan kalktığı, yok olduğu anlamına gelmez. Ve hamasetle, gürültüyle, patırtıyla vicdanın sesi ilelebet asla bastırılamaz!