Kendi kitabımın, “Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım”ın sayfaları arasında geçen gün Bertolt Brecht’in o şiirini arıyordum. Kerem Çalışkan’ın Türkçe’ye kazandırdığı şiirin öyküsü orada vardı:
“Tarih, 17 Haziran 1953.
Doğu Almanya’da halkın komünist yönetime karşı protesto gösterileri patlar. Brecht, protestonun haklı olduğunu savunur. Yazarlar Birliği ise halkın protestosuna karşı bildiri yayımlar. Bunun üzerine Brecht, ‘Çözüm’ adını taşıyan bir şiir yazar:
“17 Haziran ayaklanmasından sonra / Yazarlar Birliği sekreteri / Stalin Bulvarı’nda bildiriler dağıttı / Bu bildirilerde / Halkın, rejimin güvenini sarstığını yazıyordu / Ve ancak iki misli fazla çalışarak / Kazanacağı belirtiliyordu yeniden güveni, / Peki daha kolay olmaz mı, / Yönetim, halkı feshetse ve / yeni bir halk seçse kendine?”
Diktacı devlet bunu yapamadı.
Doğu Almanya’da devlet halkı değil, sonunda halk devleti feshetti. Doğu Alman devleti, halkın 1989’da yıktığı Berlin Duvarı’nın altında kaldı.
Demokrasi böyle geldi.
Doğu Almanya’da devleti adam eden, devlete demokrasi ve hukuku getiren halk oldu.
Büyük Alman ozanı Bertolt Brecht’in, “Yönetim, halkı feshetse ve yeni bir halk seçse kendine” dizesi geçen yıl Türkiye’de de Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı ve askerin 27 Nisan Muhtırası’yla birlikte anımsanmıştı.
Şimdilerde de öyle.
Askeri ile, yargısı ile, üniversitesi ile Türkiye’de ‘devlet’in, bu halkı tezelden feshedip kendine yeni bir ‘halk’ bulmasından söz ediliyor alaylı bir dille...
Çünkü bu devlet, halkın kendi oyuyla seçim sandığından çıkardıklarını çok partili demokrasiye adım atıldığından bu yana, yani 1950’lerden beri beğenmiyor, içine sindiremiyor. Bu süreci ‘karşı devrim süreci’ olarak görüyor.
Geçen gün ‘Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım’ isimli kitabımın sayfaları arasında dolaşırken, bu ‘karşı devrim’in karşısındaki ‘devrimci’ cephenin yılmaz sözcülerinden birinin, Prof Dr. Mümtaz Soysal’ın 1998’deki bir yazısından alıntıya rastladım.
Şöyle demiş Mümtaz Hoca:
“Yarım yüzyıldır çokpartili demokrasi adıyla yaşananların özde bir ‘karşıdevrim’ niteliği taşıdığı ve ilk on beş yılda yapılanları sulandırmak, gevşetmek, hatta tersine çevirmek amacını güttüğü zaten bilinmekteydi. İnönü’lerin, Menderes’lerin, Demirel’lerin, Özal’ların, Çiller ve Erbakan’ların derece derece sorumlu oldukları bu karşıdevrimin, en sonunda, devrim tarihi derslerine kadar sızmış olması ilginçtir. Bu çürüyüşe daha fazla katlanmak, Cumhuriyet’in yıkılışına seyirci kalmak demektir.”
Zihniyet budur.
Ve yıllardır değişmiyor.
Çağrı hep aynı:
“Laiklik elden gidiyor; Cumhuriyet adına iktidara el koyun!”
Sonra?..
“Önce bir mıntıka temizliği yapın, sonrası Allah kerim!”
Bu çağrıların gereği 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, 27 Nisan’da, askeri ve hukuki darbelerde hep yapıldı.
Ama çıkmazdan kurtulamadık.
Çıkmaz küçülmedi, büyüdü.
Bir başka deyişle:
‘Asker, yargı ve üniversite’ üçgenine dayanan devletçi çekirdeğe ait ‘Kemalist’ ya da ‘aydınlanmacı’ reçeteler çare olmaktan uzak kaldı. Askeri ve hukuki darbeler bu ülkeye çok değerli zaman kaybına yol açtı.
Şu da söylenebilir:
Bertold Brecht’in dediği gibi, devlet halkı feshedip kendine yeni bir halk bulamadı Türkiye’de!
Bu durumda yapılması gereken, pazar günkü yazımda belirttiğim gibi, artık halkın bu ülkede demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne yakışan, özgürlükler ve insan hakları düzenine dayanan bir devlete sahip olmasıdır.
Bunu yapabilecek mi Türkiye?
Bu sorunun en baştaki muhatabı iktidardır.
İktidar partisi AKP’dir.
Başbakan Erdoğan’dır.
Madem milli irade diyorsunuz, madem Türkiye’nin AB üyeliği diyorsunuz, o zaman hiç durmayın, Avrupa’daki gibi birinci sınıf demokratik hukuk devleti için kollarınızı kararlılıkla sıvayın.
Türkiye’nin önünü açın sivil anayasa için. Bunun için gerekli en geniş toplumsal mutabakatın yollarında yürüyün.
Demokrasiye yakışan bir siyasi partiler rejimi kurun ki, AKP’ler, DTP’ler artık kapatılmasın bu ülkede.
Gerçek bir yargı reformu için düğmeye basın. Gerçek bir üniversite reformu, akademik özgürlükler için düğmeye basın. Demokrasiye yaraşır bir asker-sivil ilişkileri düzeni için düğmeye basın.
301 gibi demokrasi ayıplarını Türk Ceza Yasası’ndan temizleyin ki, ifade özgürlüğünden söz edilebilsin.
Özgürlükler düzeni öyle kurulsun ki, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Türkçe-Kürtçe öykü seçkisi ya da Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, Türkçe-Kürtçe organ bağışı broşürü yayımlamaktan yargılanmasınlar.
Demokrasi ve insan hakları ayıplarından bu ülkede kurtulalım ki, Osman Baydemir, “İlkokulda, teneffüste Kürtçe konuştuğum için dayak yerdim; şimdi Belediye Başkanı’yım, bu kez Kürtçe’den yargılanıyorum” demesin mahkemede...
Var mısınız özgürlükler düzenine?
Yoksanız, günlük deyişle zaten defteriniz dürülür ve ‘eskiler’e dönersiniz. Çünkü o ‘eskiler’ de halka yakışan bir demokratik hukuk devleti görevine yan çizmişler, askeri ve hukuki darbeler karşısında boynu bükük kalmışlar ve olana bitene rıza göstermişlerdi.
“Askeri ve hukuki darbeler çözüm değil” dizisinde üçüncü yazı yarın.
Milliyet gazetesi