Gönül fakirliği

Etyen Mahçupyan

Suskunluğun ardından gelen konuşmalar insanı hafifletir, ferahlatır, rehabilite eder, insanileştirir... Ama aynı zamanda konuşanı deşifre eder, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarır, kırılgan hale getirir. Dolayısıyla konuşmada samimiyet önemlidir... Samimiyet hem konuşanın vicdanını sağaltır, hem de dinleyenin yüreğinde bir anlayış kapısı açar. Ne var ki insanileşmek için samimiyet yetmez... Çünkü bu duygu ancak bir gönül zenginliğinin olduğu, kişinin kendi vicdanına hitap edebildiği durumlarda işlevseldir. Bunu beceremeyenlerin samimiyeti ise, kuru bir soğukluk, insani olan kavramakta aciz kalan bir nesnellik olarak çıkar karşınıza.

Milli savunmadan sorumlu olan şahıs da geçen gün uzun bir suskunluk dönemi sonrası konuştu. Söz konusu suskunluk kişisel değildi... Aslında duyduğumuz ses, ‘milli suskunluğun’ taşınamamasıyla, lehimlenmiş dudakların arasından sızmasıyla ilintiliydi. Çünkü İttihatçılık sadece yaptıklarıyla yetinen bir ideoloji olmadı hiç... Rumların, Süryanilerin, Ermenilerin ve Yahudilerin sürülmesi, mallarına ganimet olarak el konması tek seferlik, arızi korkular nedeniyle alınmış olan bir tedbir değildi. Bu siyaset bilinçli, zamana yayılmış bir kötü niyet stratejisiydi ve doğallaştırılarak bugüne kadar getirildi. Nitekim Bakan bu stratejiyi “cumhuriyeti kuran idealler” olarak sundu. Meğerse buna “değişim sürecinde ulus oluşturma” denmekteymiş. Oysa aslında yaşanan ‘ulus oluşturmada toplumsal budama süreciydi’. Sonuçta gerçekten de ‘milli’ bir devlet olundu... Ama bunun bedeli, bir türlü ‘milli’ bir toplum olunamaması ile ödenilmeye devam ediliyor.

Tevekkeli değil, Bakan Güneydoğu’da sünnetsiz avına çıkmaya muhtaç kalmış... Çünkü ne yapıldığını gayet iyi biliyor. Bugün Kürt meselesi bağlamında sürdürülen siyasetin, gerçekte gayrimüslimleri hedef alan ‘milli’ bakışın uzantısı olduğunun farkında. Kürtleri sünnetsizleştirebildiği ölçüde, onları ezmenin meşru kılınabileceğini de umut etmiş olabilir...

Ruhuna nüfuz edemediğiniz, anlamadığınız, vicdanını paylaşamadığınız bir toprağa sahip olmak istemenin bir hastalıklılık olduğunu idrak etmek kolay olmayabilir. Söz konusu anlamanın ancak çeşitliliği sindirerek mümkün olabileceğini de bilmeyebilirsiniz. Ama çeşitliliği budamanın bu türden bir yürek kuruluğu içinde savunulması, gönül fakirliğinin böylesine ‘millileştirilmesi’, insani olanla mesafenin hâlâ kapanmamış olduğunu da maalesef ortaya koyuyor...

Bakan’ın ağzından çıkanların nasıl duyulduğuna gelince, aşağıda bugün çıkan Agos’un başyazısı var. Başlık bu yazının da başlığı... Gönül fakirliği...

“Yaşanmış olanları unutmamız beklenmesin... Makbul vatandaşlık uğruna hafifletmemiz, çarpıtmamız da beklenmesin. Ama bizlerden anlamayı, ayırt etmeyi, adil olmayı bekleyebilirsiniz. Nitekim Ermeni toplumu yaklaşık yüz yıldan beri bunu yapıyor... Tehcirden katliama uzanan o planlı ve sistematik devlet tasarrufunu bir topluma veya millete atfetmiyor. Başkalarının ölümüne ve mallarına muhtaç bir milletleşme fikrinin, devlet içindeki sınırlı bir ideolojik bakışın uzantısı olduğunu savunuyor.

Ama sonuçta biz devletin ‘aklını’, ‘fikrini’, ‘vicdanını’ bilmeyiz... Bunu olsa olsa siyasetin üstünde yer alan ve adında millilik olan bakanlığın başındaki kişi bilebilir. Nitekim o Bakan geçen gün konuştu ve galiba gerçeği söyledi. Meğerse bizim sınırlı sandığımız söz konusu ideoloji bugün artık devletin görüşü haline gelmiş... Rumların, Ermenilerin buharlaşması iyi olmuşmuş... Yoksa bu topraklarda bir Türk milleti oluşamazmış.

Anlaşılan o Bakan toplumun çeşitliliğini budamadan, farklılıkları yok etmeden millet olunamayacağını sanıyor. Bu çeşitlilikten bir kültür üretmenin, çocuklarını bu zenginliğin içinde yetiştirmenin keyfini ve anlamını bilmeyen bir bakış işte... Ne yapsın? O da öyle yetişmiş...

Mesele Bakan beyin söyledikleri değil... Yapılanları zaten herkes biliyor. Mesele Bakan beyin yapılanları beğenmesi, benimsemesi ve içselleştirmesi... Kendi etnik kimliğine yaşam alanı açmak üzere diğerlerini yok etme dürtüsünün, ‘doğal’ bir duygu olarak, soğuk bir gerçekçilik olarak sunulabilmesi...

Kimse merak etmesin, bu söylenenler bizim bakışımızı değiştirmeyecek. Biz hâlâ ‘milletin’ toplumsal çeşitliliğin içinden üretilebileceğini, böyle milletlerin daha değerli ve insani olduğunu düşünenlerdeniz. Ayrıca kendisine ‘Türk’ diyenlerin içinde de bizim gibi bakanların varlığından haberdarız.

Diğerleri ise zaten hep vardı... Hiç yok olmadılar... Yaptıklarını hep bilerek yaptılar... Ve bu durumu kanıksamış olmaktan ne o zaman ne de şimdi gocunmadılar.

Onları artık tanıyoruz... Bilinenin teyidi insanı yaralamıyor ama insani olana karşı böylesine gönülsüzlük... kişiyi karamsar yapıyor.”

TARAF