Ali Bulaç’ın Zaman’da yayımlanan “İstanbul Sosyoloji’de Rezalet” başlıklı yazısından öğrendiğimize göre, İlahiyat öğrencisi iki genç kız, İ.Ü’ye bağlı bir enstitüye mekân olan Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nde düzenlenen, Bulaç’ın da konuşmacı olarak katıldığı bir seminere alınmamışlar.
İstisna olmayan, yine de kendi özelliği içinde insanın kanını donduran bir ayrımcılık söz konusu olan. Kabahatlerinden büyük özürleriyle, o donan kanın bileklerinizden şıp şıp aktığını da hissettiriyorlar size. Fener-Rum Patriği Bartholomeos’un sözleri nasıl yorumlanırsa yorumlansın, çoktandır “çarmıh” ve “golgatha” terimlerini metaforik anlamlarıyla sıklıkla kullanıyoruz, yazar olarak.
Geçen sene mart ayında “Golgatha’ya Tırmanmak, Daima” başlığını taşıyan bir yazı yazmış ve bu yazıda Türkiye’de başörtülü kadınların meselelerinin siyasal bağlamda nasıl da paranteze alındığını anlatmıştım. Şimdi, daha önce bu köşede hiç yapmadığım bir şekilde uzun bir alıntıyla yazımı tamamlamak, özel bir kurumda çalışan başörtülü genç bir kızın o yazım bağlamında bana ilettiği mesajının bir bölümüne yer vermek istiyorum. Başörtülü bir genç kız olarak uzmanı olduğu alanda yükselebilmesinin katlanılması güç bir sessizlik ve körlemesine bir uyum şartına nasıl da bağlandığını uzun uzun anlatan genç kızın isteği üzerine de, ismini saklı tutuyorum.
***
““Golgotha’ya Tırmanmak, Daima” başlıklı yazınız, yaşadıklarımızı net bir şekilde ortaya koyuyor. Yazınızdaki isabetli tesbitleriniz, benim ve çevremdeki birçok arkadaşımın her gün bire bir yaşadığımız şeyler. Ben aldığım eğitime, birikimime rağmen, şu an bulunduğum denizdeki kum mesabesindeki zavallı konumumda tutunmak için bile çok büyük çabalar sarfetmek zorunda kalıyorum. En küçük bir hatada anında isminizin üzerinin çizileceğinin sürekli hissettirildiği bir ortamda mücadele etmenin maddi ve manevi olarak ne kadar yıpratıcı olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Üstelik ne yaparsanız yapın, sadece din karşıtı çevrelerin değil, onlardan belki daha bile şiddetli şekilde, dindar erkeklerin aşağılama, yok sayma, yaptığınızı küçük görme tavırlarından kurtulamıyorsunuz.
Buna bir de, lüks ve sefahatten başka bir şey düşünmeyen, nasıl kazanıldığı belli olmayan bir servetle gününü gün eden neo-muhafazakâr erkeklerin paralarını gösterişçi bir şekilde harcayan kadınları yüzünden, yoksul insanların tepkilerinin de odağı olma durumunu da eklemeliyim. Halbuki resmin büyük çoğunluğunu, hayatını kendi emeğiyle, binbir zorlukla kazanmaya çalışan, yasaklara rağmen hayata tutunmaya çalışan kadınlar oluşturuyor. Ama ne yazık ki bu kadınlar, sayısal olarak çoğunlukta oldukları halde, resmin görüneni olamıyorlar bir türlü. İnsanların aklına başörtülü deyince cipe binen, çok pahalı kıyafetler giyen, bir başörtüsünün fiyatı bir ailenin iki-üç aylık gelirine eşit olan kadınlar geliyor. Kimse başörtülüleri ayrı ayrı bireyler olarak görmeye yanaşmıyor, nasıl ki açık kadınlar üzerine genelleme yapılamazsa, örtülü kadınlar üzerine de yapılamayacağını kabullenmeye yanaşmıyor.
Bir akış var Cihan Hanım. Ve bu akış sandığımızdan daha güçlü. Toplum da gittikçe bu akışa alışmaya, bu resmin dışında kalan başörtülü kadınları ötekileştirmeye, marjinalleştirmeye başlıyor. Aylardır grev yapan başörtülü kadın işçinin başına gelenleri biliyorsunuz. Eğitimsiz, sıradan bir işçi kadın, bir anda öğrenim ve çalışma hakkı peşinde koşan, ya da bir şekilde (peruk, şapka vb. bir formülle) eğitimini ya da işini sürdürmeye çalışan başörtülü öğrenci ya da kamu görevlisi kadar tehlikeli oluyor. Çünkü o kadın arıza çıkarıyor, itaat etmiyor, başörtülü olmanın itaat ile özdeşleştirilmesine aykırı bir örnek teşkil ediyor. Kötü bir rol modeli oluyor kısacası. Tekinsiz, kestirilemeyen bir rol modeli.
Dediğim gibi, bu akışın dışında kalanların payına ötekileştirilme, yalnızlaştırılma ve kaybetmekten başka bir şey düşmüyor. Bu konuda o kadar doluyum ki, yazınızı okuyunca sizinle bunları paylaşmak istedim. Zaten bu düşüncelerimi bir iki yakın arkadaşım dışında kimseyle paylaşma imkânım da yok. Bunları her hangi bir yerde yazılı ya da sözlü olarak ifade etmem halinde, şimdi bulunduğum konumu anında kaybetmem işten bile değildir.
P.S. Bu arada Kazancakis benim de değer verdiğim bir edebiyatçıdır. Ben onun sadece Zorba isimli o muhteşem romanını okudum. Kazancakis’in tasvir ettiği dönemin Yunan toplumunun bizim toplumumuza çok benzediğini düşünmüştüm okurken. Malum Akdeniz havzası, din ve ırk farklılığına rağmen, kültürel bir bütünlük de arz ediyordu, hâlâ ediyor kısmen. Ama diğer toplumlar, Fransızlar, İtalyanlar, İspanyollar, Yunanlılar hatta Lübnanlılar ataerkillikten, feodal zihniyetten, kadınları ezen geleneksel yapılardan ve kabullerden yavaş yavaş kurtulurken, bizim toplumumuzun hastalıkları hâlâ devam ediyor. Sadece şekil değiştiriyor bu baskıcı yapı.”
TARAF