Bahadır Kurbanoğlu / Perspektif
Göç kan dolaşımıdır, göçmen oksijendir
Göçü Suriye ile alakalı, son 10-12 yılın eseri zanneden ve ciddi bir dezenformasyon rüzgârına maruz kalmış nesillere sahip olsak da, Özal döneminin Bulgaristan göçlerinden üç asır öncesine değin, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya kadar göç alan bir coğrafyada yaşamaktayız.
Savaş, iklim koşulları, dinî ve kültürel baskılar, iç toplumsal krizlerden kaçış, ekonomik ve tarımsal kaynaklara ulaşma çabası gibi pek çok sorunu göçlerin nedenleri arasında saymak mümkündür. En zorunlu olanı ve dramatiği ise hiç şüphesiz Bangladeş’e sığınmak zorunda kalan Arakanlılar; Mısır, Cezayir, Tunus gibi ülkelere giden Sudanlılar; Lübnan, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelere zorunlu olarak kaçmak durumunda kalan Suriyelilerin durumudur.
Eğitim amaçlı göçlerde de globalleşen dünyada hatırı sayılır bir hareketlilik söz konusudur. Gelişmiş ülkeler bu konuda başı çekse de Türkiye bile 80’lerde 5 ila 10 bin arası yabancı öğrenciye ev sahipliği yaparken, günümüzde bu rakam 300 binlere ulaşmıştır. Maalesef konjonktürel ve ekonomi-politik sebeplere dayalı olarak gelişen yabancı düşmanlığı her ne kadar -çeşitli dezenformasyon, psikolojik harekât ve karalama retorikleriyle- bu öğrenci nüfusunu da hedef alır hale gelse de, işin gerçeği bu nüfusun ülkeye sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel zenginliği ve ülke PR’ının gelişimini beraberinde getirdiğidir. Bütün sağlıklı eğitim ve göç araştırmaları bu gerçeği teyit etmektedir. Mesela DW’nin yaptığı bir araştırmaya göre Almanya’da geçen yıl üniversite birinci sınıfa başlayan yabancı öğrencilerin yaklaşık yüzde 40’ı Asya ülkesi vatandaşıdır. Hintler ve Çinliler ilk iki sırayı teşkil etmektedir. Almanya’da 2021/2022 öğretim yılında üniversiteye kayıt yaptıran Alman öğrenci sayısı 400 binin altına düşerken, yabancı öğrenci sayısı 2022/2023’te 93 bini geçmiştir. Ama bu durum Almanya’da “sessiz/silahsız istila” çığlıklarıyla karşılanmamıştır. Evet, son seçimlerde aşırı sağın yükselişinin temel nedenleri arasında “yabancılar” ilk sırada gösterilse de, bu durum Batı’daki planlı göç politikalarının aleyhine bir gelişmeye sebebiyet vermemiştir. Mesela bizde YÖK, neye hizmet ettiği bilinmez şekilde akademik kadrolarda yabancı sayısını yüzde 2 ile sınırlarken, bu sayı Oxford’da üçte birden fazladır.
Kimlik çatışmaları, savaş tehditlerinin yarattığı korkular, ekonomik sebeplerin tetiklediği günah keçileri arama gayretleri her coğrafyada popülist irrasyonel refleksleri tetiklemiştir ama bu durum tıpkı Kuzey ve Güney Amerika’ya gerçekleşen göçler ya da İkinci Dünya Savaşı sonrası sanayileşmiş ülkelerin ihtiyaçlarını göç alarak karşılama politikalarını değiştirmemiştir.
Her şeyin her şeyle bağlantılı olduğunun farkına varmalıyız!
Netflix’teki “Hayat Dolu Dünyamız” adlı belgesel, Leonardo da Vinci’nin “Her şeyin her şeyle bağlantılı olduğunun farkına varın” sözüyle başlamakta. Kutuplardaki geyiklerin kurtlardan kaçışının karlar üzerinde yaptığı etkiden gergedanların su savaşının su yollarına yaptığı etki; aslanların orman gezisinin diğer hayvanlarda yarattığı tedirginlik ve hareketliliğin ormanlara, bitki örtülerine, denizlerin hareketliliğine etki etmesine kadar, gezegendeki hayatın tek bir organizmanın azaları gibi birbirine bağlılığını veciz örnekler üzerinden anlatmakta. Bir rüzgâr ile binlerce kilometreden taşınan bir organizmanın, orman yağmurlarıyla bitki örtülerine yaptığı etki ve hepsiyle birlikte hayatın devamlılığı için o hareketliliğin gözle görünmeyen gizemlerinin sürekli yaratmaya devam ettiği canlılık; insanın, hayvanın, bitkilerin ve denizlerin birbirine nasıl kopmaz bağlarla bağlı olduğunu bizlere sunmakta. Tabii, anlayamadığımız hareketliliklerin aslında bizlere ne türden faydalar sağladığını da.
“Şey”lerin birbirine bağlı pek çok sebebinin olması gibi, göçün, hareketliliğin sebep-sonuç zincirlerinin de iç içe geçmiş pek çok halkası bulunmakta. Ekonomi-politik başarısızlıkların getirdiği çaresizliklerin günah keçileri üretmesi, siyasi algılar, ezber kalıplar, resmî ideolojik ezberler yüzünden “zararlı” addedilen bir olgunun, zararlı ya da faydalı oluşuna insanın (ya da söz konusu coğrafyadaki yerleşiklerin) kendisi karar vermekte. Dahası, toplumsal ve siyasi irade dışında dahi hesaplanamayan faydalar sağlayabilmekte ki sonuçları ancak yıllara sâri anlaşılabilmekte. Kültür kaynaşmaları; gönüllü kültür elçilerinin üretimi; ticaret vesilesiyle ulaşamadığınız network’lere sahip şirketlerinizin sayılarının artması; vergi, istihdam ve verimlilikte artış; nitelikli beyin göçü; ara eleman ihtiyaçlarının karşılanması; bilgi transferi sayesinde işçilik, esnaf ve zanaatkârlıkta gelişme ve daha pek çok reel, rasyonel fayda bazen hemen ama çoğu zaman orta-uzun vadede getirilerini ortaya koymakta. Bir süre sonra aslolanın, iddia edildiği gibi pastanın küçülen dilimlerinin paylaşıl(ama)ması değil; büyüyen pastanın büyüyen dilimlerinin getirilerinden nemalanma, daha kötü koşullarla geçirilecek kriz dönemlerinin atlatılması, kalıcı faydaların on yıllara sâri olmak kaydıyla herkesçe görülmesi gibi sonuçların göç araştırmalarının yegâne analiz ve sonuçları arasında yer aldığını gözlemlemekteyiz.
Peki o halde bütün bu hercümerç gibi görünen süreçleri nasıl algılamalı, doğanın sahip olduğu bilincin göç politikalarına yansımasını nasıl yönetmeli?
Popülist yaklaşımları ve baskıları yönetebilen her ülke göç yönetimine yatırım yapmaktadır
Geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan “Göçü Yönetmek” başlıklı söyleşide Dr. Mehmet Köse konuyla alakalı şu tespitleri yapmaktaydı:
“Gelişmek isteyen ya da gelişmesini sürdürmek isteyen her ülke bütüncül göç yönetimine sahip olmak zorundadır. Bugün Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin yarıdan fazlasının göç yönetimine sahip olduğunu görürsünüz. İhtiyaç duyulan insan kaynağını çekmek için ülkeler arasında rekabet gittikçe artmaktadır. Göç yönetimlerinin detaylarına indiğinizde hedef kitlelerde ve süreçlerde motivasyon farklılıklarına mutlaka rastlarsınız. Popülist yaklaşımlardan uzak durabilen ya da bu tarz baskıları yönetebilen her ülke göç yönetimine yatırım yapmaktadır. Ukrayna’da yaşanan savaş sonrası Batı ülkelerinin zaman kaybetmeden her türlü imkânı seferber ederek Ukraynalı göçmenleri çekmek için rekabete girmesini sadece sosyo-kültürel yakınlıkları olan Ukraynalılarla dayanışma olarak okumak yetersiz kalacaktır. Gelişmelerini sürdürebilmek ve demografik daralmanın üstesinden gelmek için toplumlarına anlatmakta zorluk yaşamayacakları bir göçmen profili ile karşılaştıkları için bu fırsata dört elle sarılmışlardır.
Burada esas olan göç yönetimine sahip olmaktır. Düzensiz göçü engellemek de göçün risklerini en aza indirmek de pro-aktif göç yönetimine sahip olmayı gerektirir. Düzensiz göçü kontrol altına almak da göç yönetiminin temel başlıklarından birisidir. Duvar inşa etmek ya da kapıları kapatmak göç yönetimi olarak ifade edilemez…”
Köse’nin de altını çizdiği gibi bütün göç politikalarının yegâne hedefi kuşatıcı, dinamik ve katılımcı olmasıdır. Ama hepsinden önemlisi düzenli olarak revize edilebilirliğidir. Revize, en önemli sacayaklardandır. Yani göç politikası, onu negatifleyen bir “beka” dürtüsüyle bırakın korkulara, algılara, popülizme kurban verilmesini, durağan bile olmamalı, sürekli yeni veri ve bilgilerle gözden geçirilmelidir. Yine Köse’ye göre “kamu yönetiminin verimliliği de veri sisteminizin düzgün ve şeffaf olmasına bağlıdır”. Kastettiği; verilerin, doğum oranlarının, yaşlanma ve iş gücü ihtiyacı gibi demografik istatistiklerin, ekonomi sektörleriyle ilgili verilerin, Türkiye ve çevre ülkelerindeki düzenli ve düzensiz insan hareketlilikleri gibi istatistiklerin hem göç ihtiyacını hem de kontrol dışı göç hareketlilikleriyle ilgili yol haritasını belirlemek için elzem olduğudur.
Peki ama bırakın bir göç politikasına sahip olmayı, bırakın göç olgusuna insan hakları merkezli bakmayı, göçün ülkeye faydalı olduğu kabulüne yaslanarak doğru entegrasyon politikaları için falan didinmeyi, kamu yönetiminde şeffaflığın imkânsızlaştığı bir sistemde/ülkede, bu göç politikası ihtiyacının elzem olduğuna inanan bir akıl kalmış mıdır?
Algılarımız ile gerçeklik arasında sığınmacıya bakışımız
Her ne kadar bilimsel araştırmalar göçün bir ülkeye kültürel ve ekonomik başta olmak üzere her açıdan kan pompalanması anlamına geldiğini ortaya koysa da, bunun gerek şartının doğru bir göç politikası üretimi olduğu izahtan varestedir. İdeal olanları konuşmak güzel ama sahicilik ancak kendisini eldeki veriler üzerinden ortaya koymakta ki ülkemizde son dönemde sırf sığınmacı karşıtlığına dayanan bir parti bile kurulmuş ve önce yüzde 5-6’larda görünürlük kazandıktan sonra yüzde 2-3’lerde bir oy potansiyeliyle “olgunluk seviyesi”ne ulaşmıştır.
Hiç şüphesiz, rasyonel göç politikaları da çevreden ve jeopolitik gelişmelerden bağımsız değildir. Nasıl ki Kürt sorunuyla terör meselesini iç içe geçiren şartlar Suriye jeopolitiğiyle karşılıklı bağımlılık ilişkisi üretmiş ve sadece iç şartlara bağlı olmanın çok ötesine taşınmışsa; göç olgusu da sadece içeride üretilen ahlaki üstünlük dönemi “ensar-muhacir” söylemlerinin dağarcığının ötesinde bir proaktivitenin zorunluluğunu ortaya koymuştur.
Nasıl ki “Türkiyelilik” tartışmalarına etki eden etnik ve ırkçı yaklaşımların üretimi bir yüzyıl öncesi oluşturulan bir zihniyet dünyasının uzantısı ise, bugün göçe bakışımızı belirleyen sanrılar, algılar ve zihniyet meselesi de o paralel iklimin bir uzantısıdır. Yani ulusalcı bilincin şuuraltımıza yaptığı etki, kendimize “ortak” faydalı olanı keşfetmemizi de güçleştirmekte. O ulusalcı bilincin ötekisi asla sığınmacılar değil. Dün Kürt nüfusa karşı gelişen, ondan önceki gün -ve dahi yakın vadede- İslami kültüre ait ne varsa bypass etmeyi amaçlayan zihniyetin bu açıdan insana, insan haklarına, kültürel farklılıklara, çoğulculuğun nimetlerine tersten bakışının uzantısı bir problemler yumağının içerisinde debelenmekteyiz.
Yani sorunun temelinde öncelikle ülkenin kuruluş yıllarında oluşturulan bir zihniyet çeperi var. Resmî ideoloji olarak arzı endam eden bu çerçeve, maalesef sadece belli bir elit kesimi kuşatan bir darlıkta değil ve eğitim sistemiyle sürekli yenilenen bir habitata sahip. Bilimsellik ve nesnellikten uzak, sürekli paranoya ve korkulara dayalı bu zihniyetin sorgulatılmasının gerekliliği bir yanda dururken; kendini sürekli hatırlatmasını engelleyecek düzlemlerin de doğru inşası önemli. Yani sadece “din” merkezli bir merhamet ve kuşatıcılık söylemi, ancak ülkeyi yönetenlerin başka konularda da o “din merkezli” perspektife riayet etmeleriyle mümkün olabilmekte. Bu da yetmemekte ve o dinin “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” teşvikine de yaslanmalı. Yakın geçmişte adalet, hukuk, demokrasi, çoğulculuk ve ekonomik politikalarda ahlaki üstünlük vaki iken anti-sığınmacı söylemin etkisiz olması da bununla alakalıydı. Ve maalesef sadece bu ahlaki üstünlük yitirilmedi; rasyonel bir göç politikası adına da adımlar atılamadı. Siyasi yenilgilerin de beraberinde ülke için faydalı olabilecek bir göç politikası yerine, tıpkı 90’ların Kürt siyasetinde olduğu gibi salt güvenlikçiliğe dayanan, hukukun bypass edildiği, göçün faydalarının da tersine çevrilip popülist “beka” söylemleriyle muhalefetin bile taleplerinin ötesinde bir adaletsizliğe ve ‘kaybet-kaybet’e mahkûm olduğumuz bir iklime itildik. Toplum olarak kaybetmekteyiz, sığınmacılara kaybettirmekteyiz, maliyetinin ileride daha belirgin olarak ortaya çıkacağı şartları kendi ellerimizle inşa etmekteyiz.
Dr. Mehmet Köse, mezkûr röportajda bu meselenin eğitim boyutuna ilişkin şu önerilerde bulunmakta:
“Göç yönetiminde başarının bir diğer esas unsuru eğitim politikalarıdır. Eğitim politikalarında iki yönlü eylem gerekir: Yalnızca ülkeye yeni gelen nüfusun uyumu değil aynı zamanda yerleşik toplumun anlayışını ve kabul kültürünü de zenginleştirecek şekilde paradigma inşası gereklidir. Eğitim sistemi, özünü tanıyan ve dünyayı anlayan insan yetiştirmeyi hedef alacak, kültürel çeşitliliği okul ortamına yansıtacak, toplumdaki sosyal grupların temsil edildiği ve kapsayıcı müfredata sahip ve bu anlayışı içselleştirmiş ve buna göre yetişmiş öğretmenlerle donatıldığı takdirde göç yönetimi toplumsal zenginleşmeyi sağlar. Türk toplumunun göçlerle harmanlanarak oluştuğunu göz önüne alırsak eğitim müfredatı ve öğretisi Gümülcine’yi, Kırcaali’yi, Üsküp’ü, Yeni Pazar’ı, Akmescit’i, Mohaçkale’yi, Hive’yi, Buhara’yı, Semerkant’ı, Musul’u, Kerkük’ü Erbil’i, Şam’ı, Halep’i ve diğer coğrafyaları edebiyatıyla, tarihiyle, kültürüyle içermesi lazım ki çocuklarımız, toplumumuz bu coğrafyaları, kültürünü ve insanlarını tanısınlar. Daha da ötesi bu coğrafyalardan ister toprak kayıplarıyla Anadolu’ya gelmiş ister zorunlu göçlerle yakın dönemde yerleşmiş isterse gönüllü olarak yerleşmiş kişiler olsun kendilerinin de bu toplumun ortak değerleri içerisinde yer aldığını görmeleri gerekmektedir. Tarihini, kültürünü ve çevresini tanımayan toplum birbirine yabancılaşmakta ve düşman olmaktadır. Bugün Türkiye’ye zorunlu ya da gönüllü yönelen göç profili çok büyük oranda tarihi ve kültürel coğrafyamızdan gelmektedir.”
Gerçekten de hem eğitim meselesi hem de çalışma hayatı göç yönetiminin başat unsurları arasındadır. Tabii her iki alanın da “biz ve onlar” dikotomisi üzerinden ele alınmaması şartıyla. Her ikisi de ülkenin çoğulcu demografik yapısı ne buyurursa buyursun, ülkeyi bir bütün olarak görerek politika üretimi gerçekleştirmekle mümkündür. Nitekim kazanç sana-bana göre değil, birilerine pozitif ayrımcılık ya da yasak ve kısıtlar içeren müdahalelerle değil, ülkeyi doğudan batıya bir bütün olarak gören politikalar geliştirmekle mümkündür. Çünkü birimize faydalı olacak vizyoner bir plan-proje zaten hepimize faydalı olacaktır.
“Beka” kelimesinin en doğru kullanımı doğru göç politikalarına atıftır!
Irkçılığı; nesnellik ve bilimselliğin, vicdan, fayda ve merhametin ötelenmesini ve bunlara ilişkin mücadele metotlarının gerekliliğinin altını bir kez daha çizmekle beraber, sığınmacılar konusunda aktif çalışmalar içinde olan Sığınmacılar Platformu’nun somut taleplerini yetkililere bir kez daha hatırlatmak önemli. Platformun, 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü vesilesiyle yaptığı basın açıklamasındaki taleplerinin özeti şu:
- Öncelikle mültecilere yönelik hak temelli bir yaklaşım ivedilikle benimsenmesi.
- Haklara erişimlerini sağlayacak sosyal destek mekanizmalarının kurulup işler hale getirilmesi.
- Mülteci çocuk ve gençlerin anadilde eğitim de dahil eğitim hakkına erişiminin sağlanması.
- Çocuk işçiliğinin önlenmesi.
- Kız çocuklarının eğitime erişimlerinin kolaylaştırılması.
- Kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerinin önlenmesi için tedbirler alınması.
- Anne ve çocuk ölümlerindeki ciddi tablo da göz önünde bulundurularak, özellikle anne, çocuk, yaşlı ve kronik hastalığı olanların sağlık ve bakım hizmetlerine tam erişiminin sağlanması.
- Kayıt dışı çalışmanın yarattığı ağır sömürünün önlenmesi için çalışma izni uygulamasının kolaylaştırılması.
- Medyada ve siyasette daha da öne çıkan ve ırkçı saldırıları motive eden mültecilerle ilgili ayrımcı söylemlere dönük önleyici tedbirlerin alınması.
- Nefret saldırılarının durdurulması ve karşımıza çıkan cezasızlık uygulamasına son verilmesi.
- 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne 1967’de konulan coğrafi çekincenin kaldırılması, ülke içinde ve dışında serbest dolaşım ve yerleşim hakkının sağlanması.
- Sınırların açılarak insan kaçakçılığının önlenmesi.
- Mültecileri sınırdan geçmek için yasadışı-tehlikeli yollara sevk eden politika ve söylemlerden vazgeçilmesi.
- BMYK’nın uluslararası koruma başvuruları konusunda Türkiye’de yeniden aktif faaliyet göstermesi.
- Göç İdaresi’nin uluslararası koruma ve ikamet başvurularının alınması başta olmak üzere mültecilerin taleplerini karşılayacak güven verici, keyfiyetten uzak, mültecilerin erişimini kolaylaştıran bir sistem kurması.
- Suriyelilere uluslararası koruma başvurusunda bulunma yolunun açılması
- Sınır Dışı ve Geri İtme gibi “Geri Gönderme Yasağı”na aykırı uygulamaların durdurulması.
- Geri Gönderme Merkezlerinde (GGM) insani tutulma koşullarının sağlanmasından öte, idari gözetim uygulaması ve mültecilerin bu merkezlerde tutulmasına son verilmesi.
- GGM’lerin kapatılması.
- Eğitim, sağlık, barınma ve çalışma gibi temel haklar bakımından vatandaşlarla eşit hakların sağlanması.
- Kadın ve çocuklara yönelik istismar ve şiddeti önleyici, kadın ve çocukları koruyucu etkin mekanizmaların hayata geçirilmesi.
- Dil ve maddi imkân sorunları da gözetilerek adalete erişim ve hukukun korumasından yararlanma konusunda eşitlik ve yeterli imkân sağlanması.
- Mültecilere kendi dillerinde ücretsiz hizmet sunacak, kolay ulaşılabilir resmî danışma merkezlerinin kurulması.
- Mültecilere dair politikalar belirlenirken, mültecilerin ve alanda çalışan sivil örgütlerin görüş ve önerilerinin etkin değerlendirilmesi.
- Uzun süre Türkiye’de yaşayan ve geri dönmesi savaş ve sonraya etkilerinin neden olduğu koşullar çerçevesinde mümkün görünmeyen mültecilere vatandaşlık verilmesi için acil adımların atılması.
Bu maddelere Almanya’daki “Mavi Kart” uygulaması gibi yenilikler de eklenebilir. Hatta bu uygulamanın pek çok hukuksuzluğun önüne geçeceği gibi, aynı zamanda öngörülebilir bir yaşam ve ekonomi modeli sunacağı da görülebilmelidir.
Dr. Mehmet Köse, aslında bizde de bu uygulamanın kapısının aralandığı ama maalesef verimliliğinin önünde engeller oluştuğunu ifade etmektedir:
“Göç yönetiminde başarılı ülkelerin hepsinde çalışma hayatına dahil olmada vatandaşlık değil ikamet esastır. Hatta bazı ülkelerde vergi verme esastır, ikametin yasallığı bile sonra gelir. Nitelikli göçü ülkeye çekebilmek için turkuaz kart çıkarılmıştır fakat bu politikanın başarılı olabilmesi nitelikli kişilerin niteliğine uygun istihdam kapısının açık olmasını gerektirmektedir. Ayrıca, turkuaz kart uygulamasının yasal düzenlemeleri neredeyse 10 yıl önce yapılmış olmasına rağmen program duyurulmadığı için neredeyse yok gibi davranılmaktadır ve bugüne kadar sadece bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kişi idari kararla bu uygulamadan yararlanabilmiştir. Değerlendirme sürecinin başlayabilmesi için uygulamanın başvuruya açılması gerekir. Bugün geldiğimiz noktada sürecin akamete uğraması nedeniyle alanında gayet başarılı bir akademisyen üniversitede öğretim üyesi veya bölüm başkanı olamamakta. Ülkeye nitelikli göçmen olarak gelmiş, ikamet almış, örneğin Harvard’da bölüm başkanlığı veya dekanlık yapmış bir kişi Türkiye’deki üniversitelerde ancak birer yıllık sözleşmeli olarak çalışabilmektedir… Birçok meslek dalında da aynı durum söz konusudur, çalışma izni alınırken meslek yasalarından kaynaklı sorunlar yaşanmaktadır. Diğer taraftan çalışma yasalarındaki ‘bağımlı çalışma izni’ de bu açıdan sorunludur. Genel uygulamanın ‘bağımsız çalışma izni’ olması gerekmektedir. Göçmen politikasında esas, göçmenlere bağımsız çalışma izni verilmesi ve iş piyasasında en uygun yerlere başvurabilmesinin önünün açılmasıdır. Dünyada bağımlı çalışma izni sektör bazlı ve yerleşim bölgeleri esaslı teşvik edilmektedir, genel kural olarak uygulanmamaktadır.”
Sonuç olarak, her ne kadar resmî ideolojik endoktrinasyonun verdiği zararlarla malul bir siyaset ve toplum yapısına sahip olsak da, başka konularda olduğu gibi göç politikaları konusunda da üretilecek doğru politikalar/yönetim ve bunların sağlayacağı ahlaki üstünlük zemini sayesinde toplumu bu hastalığın pençesinden kurtarmak ve sorunlara “merhamet ve fayda” eşliğinde bakmasını sağlamak mümkündür.
Unutmamak gerekir ki, bu zihniyet sahiplerinin tahfif ettiği “ensar-muhacir” söylemi bir bakış açısıdır. (Ki Ukrayna göçü vesilesiyle Batı’da da dejavusu oluşan ve bu sayede en makbul göçmen sınıfının imtiyazlar edinmesini sağlayan bir bakış açısıdır.) Önemli olan o bakış açısının altının dolmasıdır. Nasıl ki AB ülkeleri Ukraynalıları menfi iklimlerine bir kan pompalanması olarak görmüş ve buna göre muamele etmişlerse; bizde de gerekli olan husus “dinî söylem versus defolsuncular” sözde dikotomisinin ispatı değil; aksine, hemen tümü Müslüman olan bu insanlarla kültürel ortaklığı, doğru göç politikaları sayesinde başka alanlardaki ortaklıklarla pekiştirip mayayı sağlam kılmaktır.
Yeni nesiller bunu zaten başaracak; yeter ki yabancı düşmanlığına taban yapılan ulusalcılığı hastalıklı şekilde her alana yaygınlaştırma cehdi gösterenlerin ve yakın geleceği görmekten imtina edip popülizm konforunda sörf yapmaya adanmış siyaset erbabının karşısına aklıselim sahipleri dikilebilsinler.
Hem iktidar hem de muhalefet şunu asla unutmamalıdır ki doğru göç politikası, zannettikleri üzere hümanistik bir felsefe, emperyal güçlerin demografik yapıyı dönüştürme kâbusu ya da ülkeye ve toplum güvenliğine zarar veren bir hayal değil; aksine bölge halkları adına “beka” kelimesinin en çok yakıştığı ve cuk oturduğu bir alandır.