Global tarih yazımı nedir, ne değildir?

EYÜP SABRİ TOGAN

Tarih yazımında global ile yerel olan arasındaki gerilim ve etkileşim modernizm tartışmalarının vazgeçilmezlerindendir. Yerelin küresel alanda görünürlülük ve ifade imkanı bulması ile evrensel olanın aslında yerelin daha geniş arz alanı bulmasından ibaret olduğu yaklaşımları bunlar arasındadır. Burada asıl önem atfedilen ölçüt, evrenselin değer yargıları ve kültürel değerleri değil, etki alanıdır. Her ne kadar, hikaye on üç yüzyıldan bu yana modernizmin hikayesi gibi başlasa da, değer yargısız ve her yönüyle göreceli bakış açıları taşımak bakımından postmodern sayılabilir. Ancak global entelektüel tarih yazımının tek başına postmodernizmin aracı olduğunu söylemek doğru olmaz.

Tarihçi Samuel Moyn global tarih yazımında alanın belirleyici olmadığını asıl bir tarihi vakayı ait olduğu gözüken yerden kurtararak işlemenin global tarihin misyonu olduğunu söyler. Bu bir bakıma çiçeklere yetiştikleri kırlarda değil, onları tek tek vazolara koyarak bakmaya benzetilebilir. Buna göre, dünyanın çiçeği farklı farklı yerlerden koparılıp gelseler de, eşit şartlarda örneğin bir botanik bahçesinde topluca incelenebilir ve buradan anlamlı sonuçlar çıkarılabilir.

Global entelektüel tarihin pekçok örneği, yerel olanın yerelde kalmadığı, mümkün mertebe daha geniş etki ve açılımlara sahip olduğunu ortaya koymuştur. Ulusal tarih yaklaşımlarının tarihi vakaları belli bir coğrafya ve lider, kurum örgüsüne sıkıştırıyor olmalarının getirdiği sınırlar var. Global tarih perspektifinin bir olayı benzer veya paralel çağcıl gelişmelerle ışığında okumak gibi pratik yararları var. Bir ulus tarihi anlatısı lidere dahiyane güçler mi, atfediyor? Örneğin Mustafa Kemal’in karizma ve dehası mı öne sürülüyor? Onu Afganistan modernleşme hareketindeki Amanallah Han ile ya da İran Şahı Rıza Pehlevi ile kıyaslayabilmek ya da Mussolini gibi çağının despotik ve totaliter kişi ve akımlarıyla beraber ele almak ulusa ait biricik gösterilen anlatıları daha anlamlı bütünün parçası olarak görülmesini sağlayabilir. Ama bazen belli bir mekana ait olanın, çağın ruhu denilerek aşkınlaştırılarak da içi boşaltılma tehlikesi bulunmaktadır. Mustafa Kemal’in antropoloji alanında 1930’larda murat ettikleri ile icraatleri, ‘o çağ onu dayatıyordu’ gibisinden sulandırılmamalı. Bilakis ta kendi mutfağının içinde sıgaya çekilmesi elzemdir. 

Olaylar mı, Düşünceler mi?

Tarihte olayların ötesinde düşüncelerin belirleyici olduğunu söylenen anlayışa göre ‘aydınlanmacı felsefe’ ve doğmaların denizaşırı etkisini anlamak da anlatmak da kolaylaşır. Bu yanıyla global tarih yazımı sömürge tarihini konu edinirken, onun etrafındaki sömürge yanlısı ve karşıtı oluşumları da kutuplaşmış karşı uçlar olarak resmederek soyut kalmaktan kendini kurtardığı söylenebilir. Sömürge etki alanı olarak yerelden ayrı değildi ama sömürgenin kendisi daha doğrusu sömürgecinin kendisi, hareket kabiliyetinden dolayı global bir oyuncuydu. O halde sömürgeciyi anlatmak başlı başına global tarih yazımı imkanı getiriyordu. Odak sömürgeleştirilen kurbanlara kaydığında ise yerel olan öne çıkıyordu. Ama Moyn’un kitabında dediği gibi düşünce alanında yerelin protestosu sömürgeci ve sömürgeciliğin çerçevesinden ayrı değildi. Global tarihçilik, belki de bu bütünlüğün farkındalığını sağlayarak ‘sair esasları’ unutmamak gerektiğinin altını çiziyordu.  

Bazı yorumcular, global yerine uluslararası tanımını tercih etse de, globalin tarihteki figür ve olguları ulusa ve uluslara ait hazırlop unsurlardan ibaret görmez. Bu anlayışın ulus tarihini hap gibi her vatandaşa veren ulus merkezli doktriner anlayışın kırılması için global etiketli bu aşkın tarih okuma biçimlerinin yararlı olacağını söyleyebiliriz. Bu konuda körlükler sadece ulus paradigmasından ibaret değildir. Bazen bir diaspora etnik hassasiyeti, ya da bir folklorik taassubu olarak da kendini gösterir. Türlü ‘kabile’ kimliklerini mekana bakmazsızın, sağlıklı-sağlıksız mütemadiyen inşa eder.  

Olayı sömürge, liderler, uluslar yerine ürüne bağlı ele alan global tarihçiler değer yargılarıyla daha az çatışır gözükürler. ‘Kakao ve Çikolata Tarihi 1765-1914’ kitabında William Gervase Clarance Smith bu ürünlerin Latin Amerika’dan Asya’ya serüvenini etraflıca anlatmıştır. İlginçtir, ‘İslam ve Köleliğin Kaldırılması’ kitabında tarihi seyir isimsiz insanlardan oluştuğu için olmalı, adeta kakao tarihi gibi cansız şekilde önümüze serilir. İnsanların sesi yoktur bu yazımda. Clarence-Smith, kakao veya kölenin ötesinde onları ait oldukları siyasal, ekonomik ve din çerçevesine yerleştirerek de ele alır. Moyn’da daha bir yapı bozumculuk varken, Clarence Smith takip ettiği alanların karmaşıklığını kabul ederek, takibini bırakmaz. Bu bakımdan onun global tarih yazımı, bir insanlık mirasına katkı adına iz sürmeye dayalı bir arşivcilik örneğidir.

Tarih Yazımında Yeni Eğilimler

Yeni tarih yazımlarında, edebiyat ile tarihi birleştirmektir eğilimleri dikkat çekmekte. Kurgudan çok tahayyül ve çağrışımlar ile tarihi olanı anlamak çabasıdır bu. Tarihe dair pekçok tam olarak bilinemez şey insan aklına ve merakına ket vurmak yerine onu üretken kılarak bu alanı üretkenleştirmektedir. Bu çabaların bir kısmı Ali Emre’nin ‘Akif’ kitabında gördüğümüz gibi yararlıdır ama tarihin kendisi midir? Tarihi olanı mitolojik ve kutsal kitapların bile denetlendiği  alanlara dönüştürüp adeta kutsama alanı açma gibi bir tehlike var şüphesiz. Allah Tealanın Kuranı kerimde Peygamberimize (SAV), Yusuf suresinde olduğu gibi ‘Sana bu Kur'an'ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki daha önce sen bunlardan habersiz idin.’ (Yusuf 12:3) demesi gibi. Kitabımız Kuran-ı Kerim, tarihte vuku bulan olayları parça parça ve sınırlı olarak bildirse de, anlatıldığı kadarındaki kesinlik belirleyicidir. Çağrışımlar ile anlayışımız ilerler derinleşir ama edebi kurgu adına dolgu olsun diye bu alanı serbest atışa alanına çevirmek uygun olmaz. Bu yönüyle Frank Dikotter tarihçiliğindeki belgeleri konuşturma eğilimini önemsiyorum. 1957 ila 1959 arasındaki, ‘Çin’de Büyük Açlık’ arşiv çalışmalarını Çin’in yer yer sansürlemesine karşı, nihayetinde belgeleri ortaya koyarak 45 milyon insanın ölümünden Mao rejimin sorumlu olduğunu ortaya koyması gibi. Dijital imkanların artmasıyla arşiv belgesine ulaşım her şeye rağmen kolaylaşmakta ve taranacak belgeler ile bilinmeyen, anlatılmayanlar daha derin anlatılabilir. Dikotter bu konuda bir adım daha atarak genç tarihçilere konu seçimlerinde, arşivi bol olan konulara yönelme tavsiyesi yapması da bu yüzden. Tarih yazımında elbete çağrışım, hassasiyet ve tahayyül gerekir. Hepsinin yeri ve sırası olmak kaydıyla. Darısı İstiklal Mahkemelerinin başına!