Global Misyonun Heba Edilen Kredileri

KENAN ALPAY

Tüm dünyanın karşı karşıya olduğu tehditlerin tamamını bertaraf ettiğimizden emin olmak için buradayız” diyordu, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman. Beyaz Saray’da Amerikan Başkanı Donald Trump’la gerçekleşen zirve, Suudi Arabistan kadar Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’la da bölgesel konulardaki koordinasyonları arttırma, ortak stratejik hedefleri ilerletmek ve temasları kurumsal hale getirme yönünde atılmış kuvvetli bir adım sayılabilir.

Obama döneminde İran’la yakınlaşıp Suudi Arabistan’ı sıkıştırma stratejisi Trump’la birlikte Suudi Arabistan’la safları sıklaştırıp İran’ı baskı altında tutma stratejisine dönüşmüş durumda. Amerika’nın iki bölgesel güç arasında oynadığı ‘destekle-kısıtla’ politikası cazibesinden bir şey kaybetmeden müşteri bulmaya devam ediyor. Artık 11 Eylül saldırıları dolayısıyla Suudi Arabistan’ı mal varlığını dondurma tehditleriyle itip kakarak cezalandırmaya gerek görülmüyor anlaşılan. Benzer bir biçimde P5+1’le vardığı nükleer mutabakatla eş zamanlı olarak ilerleyen İran’ın Suriye ve Irak’ta giriştiği yayılmacı politikalar hedeflenen yıkım ve nefreti üretmiş olmalı ki “radikal İran tehdidi” tekrar Amerika’nın hedefi oluyor.

Ortak Tehdit Konseptleri

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Donald Trump ile Muhammed Bin Selman’ın görüşmesi daha önceki görüşmelere kıyasla hayli ilginç ve olabildiğince çirkin bir sahne oluşturdu. Amerika’nın Suudi Arabistan’a yönelik silah ve askeri mühimmat satışını, hazırladığı bir dizi görsel eşliğinde kameralar önünde izah eden Trump bu satışlar vesilesiyle 40 binden fazla insan için sağlanan istihdama övünerek vurgular yapıyordu. Trump’ın süratli ve gururlu konuşmasında geçen “yüz milyarlarca dolar Amerika’ya geri geldi” vurgularını kimi zaman sırıtarak kimi zaman da tam olarak hangi duyguyu yansıttığı anlaşılamayan jest ve mimiklerle izleyen Muhammed Bin Selman iktidarını perçinlediği düşüncesiyle yine de sevinçliydi.

Amerika’ya geçmeden önce Mısır’ı, ardından da İngiltere’yi ziyaret eden Veliaht Prens’in birinci gündem maddesi ‘radikal İslam’la mücadele ve içeriğine yönelik pek ciddi bir işaret alınmasa da ilan ettiği ‘ılımlı İslam’ın inşasıydı. Her ne kadar sonradan bu ifadelerin kullanılmadığı vurgulanmış olsa bile Prens’in İran, Türkiye ve Katar için “çağımızın şer üçgeni” şeklinde vurgular yaptığı kamuoyuna yansıdı. İsmi anılmasa da İhvan-ı Müslimin ve Hamas için de Suudi Arabistan’ın en sıkı müttefiki olarak pozisyon alan Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın düşmanca tutumu oldukça net. Bu üçlü ittifakın ‘terörizme karşı savaş’ ve ‘şer güçler’ söylemi Müslüman Kardeşler ve Hamas kadar bu iki harekete sahip çıkan Katar ve Türkiye’yi de düşman kategorisine sokuyor.

Mesela Veliaht Prens’in İngiltere ziyaretinde kendileri açısından şu iki sıkıntılı alanı işaretlediği de ifade ediliyor: 1- Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye’nin yeni bir Osmanlı Halifeliği kurmaya çalıştığı, 2- Mısır’ı hedef alan güçlerin esasında bütün bir bölgeyi hedef alan şeytani güçler olduğu. Tehdit konsepti olarak ifade edilen bu iki meselede de şer güçler ve radikal gruplar olarak kast edilen şeyin bölgeyi Şii-Farisi yayılmacı politikalarıyla ifsad eden İran tehdidinden daha büyük ve öncelikli olduğu anlaşılıyor. Bölgenin Sünni ve halk iradesini önceleyen İslami hareketleri Körfez monarşileri ve Sisi Cuntasının tasallutu altındaki Mısır için İran’dan daha önemli ve güçlü bir tehdit olarak tanımlanıyor. Haksız da sayılmazlar. Şii-Farisi yayılmacılığını merkeze alan İran’ın ulaşabileceği sınırlar ne kadar genişletilmeye çalışılırsa çalışılsın belirli bölge ve toplumların ötesine geçemez ve oralarda uzun bir dönem de tutunamaz.

İtibarı Yükselen Monarşi, Değeri Düşen Demokrasi

Mısır’daki askeri cuntanın eli kanlı şefi Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine nasıl hazırlıklar yaptığını bütün dünya görüyor. Seçimlerde kendisine rakip olma ihtimali bulunan tüm adayların nasıl ezilip çiğnendiğini, gözaltı ve hapislerde süründürülerek mıntıka temizliği yapıldığını sadece Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri değil Amerika ve Avrupa da ellerini ovuşturarak izliyor. Muhammed Bin Selman’ın Amerika ve Avrupa ülkelerinde nasıl ilgi ve sevgiyle karşılandığına dair haberler de neredeyse magazin sayfalarına düşmüş durumda. Hatta Veliaht Prensin Trump’ın damadı Jared Kushner’le neler yiyip içerek sabahlara kadar eğlendiğine, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’la elinden düşürmediği akıllı telefonu aracılığıyla ne kadar sıklıkta yazıştığına da rastlayabiliyoruz bu haberlerde.

Veliaht Prensin bu ilişki ve ziyaretlerine anlamlar biçerken, gelecek döneme dair bir takım beklentiler analiz adı altında pazarlanırken onu “önümüzdeki süreçte Ortadoğu’yu şekillendirecek en önemli isimlerden biri olacak” diye kıskandırırcasına öne çıkarıyor bazı gazeteciler. O bazı gazetecilerden biri de Cumhuriyet’ten Aslı Aydıntaşbaş tabii ki. Aydıntaşbaş, Veliaht Prens’in “radikal İslam’a savaş açma ve ılımlı İslam’ı kurma” stratejisini epeyce ciddiye almış. Daha önemlisi ise bu stratejiye fazlasıyla ümit bağlamış anlaşılan. “Yobaz din adamlarının aşırı yorumlarına savaş açan Prens”, Müslüman mahallesinde değilse de Amerika ve Avrupa gibi bizim seküler-laik mahallelerde de müşteri potansiyelini iyice arttırmış görüldüğü üzere.

Fakat müstesna bir Ortadoğu uzmanı olarak Aslı Aydıntaşbaş, Muhammed Bin Selman’ın iktidarı nasıl ele aldığı, kimleri nasıl haraca bağladığı, kimin malına mülküne ne şekilde el koyduğu, âlim ve aydınları nasıl baskı altına aldığı gibi teferruat kabilinden meselelere takılmadan reform hareketinin mevcut ve muhtemel sonuçlarına odaklanmayı tercih etmiş. Kadınlara verilen araç kullanma izni, konserlere ve stadlara girebilme izni seküler-laik kafalar için çok daha öncelikli ve de kıymetli sayılıyor.

Garip olan ise şu: Muhammed Bin Selman’ın dünya (ve Batı) kamuoyu nezdinde en ilgi çeken Ortadoğu lideri haline gelirken tam karşısına oturttuğu Tayyip Erdoğan ve AKP’nin global misyon için kendilerine açılan krediyi çoktan heba ettiklerine yana yakıla sitem ediyor. Büyük ve affedilemez kusur ise şöyle tanımlanıyor: AKP ve Erdoğan kendilerine biçilen global misyonu yani dünyanın kulak kabarttığı hem Müslüman hem demokrat olunabileceği tezini işleyip pratiğe geçirememişti. Müslüman Kardeşler’e yönelmiş, despotik rejimlerin değil adalet ve özgürlük talep eden halkın yanında durmuş, İslam dünyası için Batı’nın öngördüğü standartlarda bir model olamamış, yeni kurulacak düzen için rol kapamamıştı! Ne yazık ki Amerika ve Avrupa’nın verdiği tüm şanslar reddedilmiş, fırsatlar tepilmişti!

Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’ye sempati duymaması için ne çok haklı gerekçeleri var elbette: Körfez monarşileri kadar reformcu olamamışsın, General Sisi cuntası kadar demokratik olamamışsın, Amerika ve Avrupa nezdinde sağılacak inek mertebesine ulaşamamışsın, Batı’nın menfaatlerini koruyup kollamak üzere öne atılacak lejyon birliği olamamışsın, daha ne konuşuyorsun!