Abdi İpekçi cinayetinden başlayıp 16 Mart Katliamı'na uzanan, Susurluk'la doruğa çıkan, Ergenekon'la devam eden Türk Gladyosu'nun öyküsü, Türk siyasi tarihinin en karanlık, en kanlı öyküsüdür.
Ancak sadece karanlık ve kanlı bir öykü değildir.
Aynı zamanda bu ülkeye hakim olan ve "Susurluk ile 28 Şubat"ı, Ergenekon ile Sarıkız ve Ayışığı'nı bir madalyonun iki yüzü kılan bir yönetim anlayışının "derin resmi"dir.
Ancak bu ikinci yönü hiçbir zaman layıkıyla ele alınmamış, gerçek sorumlular ve sorumlu politikalar bakımından didiklenmemiştir.
Muhbir olduğu iyice berraklaşan Tuncay Güney'in, Ergenekon soruşturmasına temel olan, 2001 yılında verdiği ve her geçen gün biraz daha doğrulanan ifadelerinde onlarca generalin ve subayın ismi yer alıyor.
Bir kez daha anlıyoruz ki Ergenekon Veli Küçük'ten ibaret değil.
Nitekim Güney'in sorgu metninde Veli Küçük'e atfen Susurluk kazasıyla ilgili olarak şu sözler yer alıyor:
"Bizimkiler öbür, arkadaki arabadaydılar. Allah'tan o çantayı Drej Ali aldı… Ben arayıp onlara talimat verdiysem, cenazelere sahip çıkın, çantayı, cenazeleri Drej'e teslim edin dediysem, bunları tek başıma mı yapmışım? Bu kadar işi Veli Küçük olarak tek başıma mı yapmışım?.."
Ne var ki Veli Küçük ve birkaç benzerinin dışında hemen hiçbir subayla ilgili soruşturma yürütülmedi, yürütülmüyor…
Karşı karşıya bulunduğumuz durum, Agatha Cristie'nin "Şark Ekspresi'nde Cinayet" romanının öyküsüne benzetilmeye pek uygundur. Romanda dedektif tek bir katil ararken sonunda anlar ki, trendekilerin hepsi kurbana bir bıçak darbesi atmıştır, tek bir sanık, tek bir katil yoktur. Herkes aynı oyunun parçasıdır, herkes suç ortağıdır.
1997'nin Ekim ayında TBMM'de Ağar ve Bucak'ın dokunulmazlıklarının kaldırılması tekrar gündeme geldiğinde, Ağar grupta DYP milletvekillerine şöyle diyordu:
"Ne yaptıysam askerin ve üst düzey devlet görevlilerinin bilgisi dahilinde yaptım..."
Ağar'ın altına girdiği bu şemsiyenin işe yaramadığı söylenemez. O günlerde Türkiye, meclis kulislerinde, gazete ve televizyon beyanatlarında, mahkeme ifadelerinde; istihbaratçıların, MİT'çilerin, JİTEM'cilerin arasındaki fırdöndü mesaj alışverişine tanık olmuştu. Kamuoyu, yapılan çeşitli açıklamalarla olayların ayrıntıları ortaya çıkıyor sanırken, aslında tersi oluyor; karşılıklı uyarılar, tehditlerle "olan"ın üstü örtülüyordu.
Aynı günlerde Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı Elkatmış'ın "kanlı tarihe" neşter atarcasına yaptığı şu tespit de ortada kaldı:
"Çetenin üç ayağı var. Bunlardan birincisi polis, ikincisi bürokratlar, üçüncüsü askerdir. Polise ve bazı bürokratlara dokunuluyor. Ama askerlere dokunulamıyor. İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı ile çektirdiği fotograflar nedeniyle çete oluşturmakla suçlandı. Elimizde, Tuğgeneral Veli Küçük'ün Çatlı ile defalarca telefon görüşmesi yaptığına dair dökümanlar var. Onlar neden belge olarak kabul edilip, Küçük hakkında soruşturma açılmadı? Başı sıkışan, 'devlet sırrı'dır, bilgi veremem, ifade vermeye gelemem diyor. Türkiye'de bazı kişiler konuşmazsa çözüm mümkün değildir..."
Aynı günlerde gazeteler çarşaf çarşaf Yeşil'in yaptığı telefon konuşmalarının dökümünü yayınlıyorlardı.
Kutlu Savaş'ın, "Vedat Aydın, Cem Ersever'i emirle öldüren adamdır" dediği bu "katil"in görüştüğü onlarca resmi kuruluşun önemli bir bölümü jandarma birlikleriydi, hatta Ankara'daki askeri karargah merkezleriydi.
Bu da araştırılmadı.
Susurluk birinci katmandı…
Ergenekon buzdağının ikinci katmanıdır…
YENİ ŞAFAK