Türkiye’de resmi ideolojiye ve kurulu düzene/statükoya muhalif siyaset yapmayacağınıza dair mütemadiyen iktidar sınıflarına garanti verilmesi bekleniyor, hatta dayatılıyor. Devletin çelik çekirdeğini oluşturan sınıf ve kurumlar işte bu garanti talebi için (gerek entelektüel düzeyde gerekse sosyal ve iktisadi boyutta) siyasetin verili söylem ve araçlarla sürdürülmesi adına sürekli teyakkuz ve seferberlik halindeydi.
Mustafa Kemal’in Serbest Fırka’yı kurmakla görevlendirdiği Fethi Bey’den, İsmet İnönü’nün Demokrat Parti’nin başına geçen Celal Bayar’dan işin başında sıkı sıkıya teminat almaları bu geleneğin köklerini gösterir. 12 Eylül’ün parti açma-kapama kriterleri de Türkiye’yi siyasi partiler mezarlığına dönüştüren Yargıtay-Anayasa Mahkemesi ikilisi de bu geleneğin devamında hangi araçların rol aldığını anlatır bize.
Andımız: Atatürkçüyüm, Gizli Ajandam Yok!
Merhum Erbakan’a “Atatürk yaşasaydı Milli Görüşçü olurdu!” sözünü söyleten de esasen iktidar sınıfları nezdinde bir meşruiyet zemini oluşturma, kendince tehdit ve baskıları bertaraf etme hesabıydı. Gerçi evdeki bu hesap çarşıya hiç uyacak gibi değildi. Çünkü her zaman haklı olarak istihza ile karşılandı. Fakat hükümet olma sürecindeki bir hareketin lideri neden böyle bir hesap veya ‘takiyye’ yapmaya ihtiyaç duyar diye sorulmadı. Çünkü bu hesabın arka planına bakmak demek “Kemalist demokrasi” denilen garabetin itiraf ve ifşası demekti.
Arka arkaya kapatılan siyasi partilerin mecbur bıraktığı “yenilikçi” hareketi pek sevmişti iktidar sınıfları. “Gömlek” çıkarılmış, hem Atatürk ilkelerine hem de AB Kriterlerine uyumlu ‘muhafazakâr demokrat’ siyasi çizgi vaat edilmişti. Eksen kaymayacak, laiklikle alakalı en küçük bir endişeye mahal verilmeyecekti. AB, ABD ve İsrail’le teamül haline getirilmiş diplomatik ilişki sekteye uğratılmadan sürdürülecekti. İslam ve Müslümanlık üzerinden herhangi bir ülkeyle ilişki geliştirilmeyecek, herhangi bir uluslararası anlaşma tartışmaya açılmayacaktı.
AK Parti liderlik kadrosu her ne kadar içeriye ve dışarıya sık sık teminatlar verdiyse de hep bir ‘gizli ajanda’ sahibi olmakla suçlandı. Atılacak her bir adım, yapılmak istenen en ufak bir değişiklik bu ‘gizli ajanda’nın yürürlükte tutulması olarak yorumlandı. Baskı altına alınıp geri adım attırılmak istendi. Yurttaki ve cihandaki sulh’un bozulmaması için neler yapılmadı ki? Çokça darbe planı, bolca psikolojik harekât, arada bir muhtıra, azımsanamayacak kadar provokasyon, kamuoyunu panikletmek için anketler ve kredi kuruluşlarının derecelendirme raporları vs. gırla gitti.
Sonuçta ellerini ovuşturarak süreci yönettiğini ve ilelebet yöneteceğini zanneden iktidar sınıfları şunu görmüş oldular: Siyaset ve toplum tek bir ajandaya yani resmi ideolojiye mahkûm edilemez. Bir gömlek tehditle çıkarttırılmış ve diğer bir gömlek korkutarak giydirilmişti. Fakat birinin yerini diğeriyle ikame edemeyeceklerini yine de görememiş durumdalar. Hâlâ “Biz demedik mi bunların gizli ajandaları var!” havasından kurtulamıyorlar.
Siyasetin Tarih ve Ekseni
Anlaşılan o ki, “Cumhuriyeti koruma ve kollama” adına şimdi ellerinde kala kala Gül ve Erdoğan arasında bir ihtilaf çıkma ihtimali kalmış. Hükümet ile yaşadığı gerilimde Cemaat geri adım atmamış olsaydı oradan da bir strateji geliştirilirdi. Ama o ihtimal ortadan kalkmış görünüyor şimdilik. Kürt sorununu rehin tutan PKK’nın durumu da pek parlak gözükmüyor. Balyozcular Silivri’ye tıkılmış durumda; Ergenekon ve 28 Şubatçılarsa kendi başlarının çaresine bakmaktan acizler.
Kongrede son defa aday olan Başbakan Erdoğan coşkulu bir konuşma yaptı. Coşku yoğunluğu adı-adresi belli somut bir eylem planı olmayışını örtmekteydi. Okunan şiirler ve tarihte yaşanmış zaferlere yapılan vurgular, bir silsile halinde duyguları ortaklaştıran imalar elbette birtakım konumlanışları ve karşı duruşları deklare ediyordu.
Kongreye Suriye ve İsrail’in davet edilmemesi, Hamas lideri Meşal ve Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin davet edilmesi yeni konumlanış ve karşı duruşun bir yüzüdür. Önceki konuşmalarının aksine Mustafa Kemal’e öylesine yapılan bir vurgu kadar AB sürecine dair hiçbir atfın yapılmayışı önemlidir. Bu, Başbakan Erdoğan ve partisinin statükonun dayattığı referanslara dair yeni ve daha özgüven sahibi bir duruşun ileri aşamasıdır.
Siyasi köklerini “Çanakkale Zaferi”nden Malazgirt’e kadar çekmesi, Balkanlar ve Kafkaslara paralel bir biçimde Irak’ın ve Filistin’in bütün şehirlerine verilen ‘selam’, bir arayışın, bir yönelişin ve bir iddianın dışavurumudur.
Vesayetten kurtarılan tarih ve siyaset söyleminin karşılığı olup olmadığını zaman gösterecek. Hem içeride hem dışarıda!