Başından beri Gezi Parkı'ndaki eylemin çıkış itibariyle meşru olduğunu, güvenlik güçlerinin gayri meşru orantısız müdahalesi sayesinde kitleselleştiğini yazıyoruz. Ancak Gezi'den yayılan eylemsellik sayesinde iş, insanların canına, malına ve hatta namusuna uzanmaya başlayan bir raddeye gelmiştir. Bu gerilimi toplumun taşıması zordur. Üstelik Gezi eylemcileri üzerinden illegal örgütler, şiddeti norm kabul etmiş oluşumlar ve hükümeti devrilmesi gereken bir düşman olarak görenler de kendilerine alan açmıştır. Gezi'nin daha önce siyasî bir ajandasının olmadığı, meselenin çevre olduğu algısı da eyleme katılan CHP'li milletvekilleri sayesinde bertaraf olmuştur.
Devlet, 'meşru şiddet tekeli'ne sahip olduğundan ötürü, uyguladığı şiddetin meşruiyete sahip olması için vatandaş-militan ayrımının altını çizmektedir. Başbakan Erdoğan'ın grup toplantısı ve ertesi gün eylemcilerle beş saat boyunca görüşmesinin ardından da uygulanacak tek stratejinin bu olduğu görülüyor. Başbakan'ın, dünkü konuşmasında da çevrecilerin oradan çekilmesini rica ederek, illegal grupların alandan dışlanacağının ve parkın yine isterlerse çevrecilere bırakılacağının altını çizmesi çağrısında bu iki grubu net şekilde ayırt etmesi bunun işareti. Aslında başından beri yapılması gereken de bu ayrımdı. Bu ayrımı yapmanın zorluğunu gören devlet, çevreci eylemcilere kendilerini, yangın çıkarması için molotof atan, halkta paniği artırması için ses bombası patlatan, illegal görüntüyü teyit edercesine kendi parti/ oluşum flamalarıyla alanı hegemonize eden, ortalığı yakıp yıkan kişilerden kendilerini ayrıştırma sorumluluğunu bırakıyor. Polis etrafında el ele tutuşarak çember oluşturan barışçıl eylemcilerin, polise saldırarak eylemi şirazesinden çıkaranlardan kendilerini tenzih etmeleri bekleniyor.
Ayrıca en önemlisi, çevreci eylemcilerle görüşmenin ardından referandum, daha doğrusu İstanbul veya Beyoğlu'nu içeren bir plebisitle sandığa gitme seçeneğinin hükümet tarafından ilan edilmesidir. Bu çözüm önerisi sayesinde, yargının yürütmeyi durdurma kararı hükümetin lehine sonuçlansa bile, sandığa gidilmeden Gezi'deki tek dala dokunulmayacağı kesinleşmiştir. Daha akıbeti belli olmayan, ihalesi bile yapılmamış olan Topçu Kışlası Projesi'nin, dün itibariyle askıya alındığı resmiyet kazanmıştır. Öyleyse, hâlâ Gezi Parkı'nda kalmanın ve hatta Taksim'i işgale, günlük hayatı durdurmaya kalkışmanın mantığıve meşruiyet noktası nedir?
Gezi Parkı'nda, referanduma ilişkin eylemcilerle yapılmış bir röportajı izledim. Demeç veren eylemciler bir yandan 'Halkın istediği olsun' derken, diğer yandan 'Referanduma ne gerek var. Biz halkız' diyor. Benzer bakış açısı, diğer eylemciler tarafından da sahipleniyor. Bu bakışı 'Vatandaş Gezi Parkı'nı doldurdu, halk parka giremedi' diye özetleyebilir miyiz? Haftalardır güzellemeler yapılarak savunulan 'Yeni Türkiye' iddiası bu mudur? Hatta bir eylemcinin 'Beyoğlu kenarlar, varoşlar. Hep kendi seçmenleri. Referanduma gerek yok' demesi, 'Çobanın oyuyla benimki bir mi?'zihniyetinin bir yansıması değilse, nedir?
Referandum kararı, Gezi eylemcilerinin ahlâki duruşunu teste tabi tutan ve şimdilik çöküşe geçmesini hızlandırmış gibi görünen bir çıkıştır. Ak Parti hükümeti, bu hususta demokratik teamüller ve diyalog çerçevesinde hareket edeceğini duyurarak, eylemcilerin taleplerinin gerçekleşmesine olanak tanımıştır. Artık kimsenin incinmesini istemeyenlerin, bu sese kulak vermesi gerekir. Haklı olmaktan daha önemli olanın, haklı kalmak olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Sosyal medyadan, bazı eylemcilerin mezkûr bakış açısına dair isabetli bir örneği paylaşarak bitirelim:
-Başbakan istifa!
-Peki, seçime gidelim.
-Demokrasi sandıktan ibaret değil. Bu park bizim!
-Öyleyse, referanduma gidelim.
-Referanduma hayır! Kahrolsun bağzı şeyler! (@hibrahimt_)
YENİ ŞAFAK