Öncelikle bu eylemliliğin ve isteklerin, haklı birer talep olduğunu neden kabul edelim? Yani bir yerdeki ağacın kesilmesine karşı çıkmak tek başına haklı olmaya yeter mi? “Hiçbir yerde ağaç kestirmem” mi denilmekte, yoksa “Taksim’de ağaç kestirmem” mi deniliyor? Ağaç kesme uygulamalarına karşı toptan bir tavır var ise hemen Orman ve Tarım Bakanlığı’na ait Orman İşletme Müdürlükleri kapatılmalı, orda çalışanlar başka yerlere kaydırılmalıdır. Ayrıca ağaç kesimi konusunda duyarlılık üst seviyeye çıkartılmalı. Yok eğer Taksim’de ağaç kesilmesine karşı isek ağaçların kentin meydanında var olmasının üzerinde konuşmak gerekir. Dünyanın tüm meydanları ağaçlarla dolu değil. Hiçbir yerde özel bir anlamı, tarihi bir değeri yoksa ağaçların kesilmemesi diye bir uygulama yok. Bir ağacın halkın yararına kesilmesinden ya da yerinin değiştirilmesinden daha doğal ne olabilir? Ağaç kesip yerine daha fazla ağaç dikmenin olanağının olduğu bir ortamda ağacı kutsayıp, ona daha derin anlamlar yüklemek, neredeyse fetiş haline getirmek postmodern bir putçuluktur. Bu halleri ile Hindistan’da ineği kutsayan rahiplere benzediklerinin farkında bile değiller. Yeni Delhi’nin en işlek meydanında yere yatan ineğin kutsallığına, varlığına zeval gelmesini istemeyen dindar bir Hintli nasıl trafiğin felç olup halkın eziyet çekiyor olmasını umursamıyorsa, benzer şekilde meta-fetiş haline getirdiği ağacı halkın yararına bir düzenleme için dahi yerinden kaldırılmasına karşı çıkmakta.
İstanbul gibi mega bir şehirde, gününün büyük bir kısmını trafikte geçirmek zorunda kalan halk için, evine daha çabuk varması, trafiğin hafiflemesi, yolda daha rahat yürümesi için beş değil beş yüz ağacın taşınması daha insancıl değil midir? Ağaçlar insan yaşamından daha mı kıymetlidir? Kaldı ki kesilen ağaç da yok. Ağaçlar makinelerle kökünden sökülüp başka yerlere nakledilmekte. Kesilmek zorunda kalanlar için daha fazla ağacın şehrin belli yerlerine ekilmesi neden sorun olsun? Beş ağaç için beş insan öldü. Ağaçlar kesilmesin diye yola çıkanlar annelerin fidan gibi çocuklarını toprağa gömdüler.
Gezi parkında olanlar genç mi? Medya hatta hükümet yetkilileri bile Gezi parkındaki gençlerden bahsetmekte. Acaba oradakiler genç mi? Yoksa belli siyasi yapılara mensup ideolojik gruplar, meslek örgütleri, partiler mi? Yoksa bu yapıların gençlik örgütlenmeleri mi? Eylemin başlangıcında Gezi parkında olanlar, başta meslek örgütleri ile dernek olmak üzere, sonradan eklenen diğer örgütlerin kelli felli adamları bu işin merkezindedirler. Sanki olay 15-20 yaş aralığında, apolitik bir grubun spontane geliştirdikleri çevreci bir eylemmiş gibi lanse ediliyor. Gezi parkındaki “masumlar” kimler? Parktakiler kendilerinin masum olduklarını, zararsız, apolitik bir duruşa sahip olduklarını kabul etmiyorlar. Hepsi en başından beri, hatta bu olaylar başlamadan Taksim meydanı düzenlenmesi, kentsel dönüşüm, 3. Köprü, Emek sineması, kaldırımların yayalaştırılması, Tophane (Galata) gibi birçok olayda tavır alıp eylem yapmış, örgütlenmiş bir kesimlerden oluşmakadır. İşin başını meslek odaları (mimarlar), bazı üniversite ve öğretim üyeleri, sosyalist, laik-liberal-Kemalist örgütler çekmektedir. Bu birliktelik yerel yönetimlerin yeniden kazanılması bağlamında CHP ile dirsek temasındadır. Bilgi Üniversitesi başta olmak üzere bazı özel üniversiteler, Taksim çevresindeki tüm yabancı kolejler, okulları tatil edip öğrencilerini eyleme yönlendirdiklerine, ideolojik olarak takımlar içinde örgütlenmiş taraftar grupları dediğimiz toplulukların desteğinin sağlandığına şahitken ‘gözlerinden öpülmek’ istenen ‘gençlerin’ masumlukları(!) göz ardı ediliyor.
Gezi parkı eylemleri kendiliğinden mi gelişti? Bu eylemlerin spontane olarak geliştiğini söylemek için, arkasında bir organizasyonun olmadığını ifade etmek ve bu eylemleri yapanların geçmişe dair yapıp-ettiklerini bilmemek gerekir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu eylemlerin arkasındaki öbekler bundan önce de benzer eylemleri organize etmişti. Reyhanlı katliamı ile sokağa dökülen bu kesimler alanı boş bulduklarından gezi provası yapmış oldular. Uzun süredir ekonomik gelişme ve yatırımlar bağlamında belli bir mesafe almış iktidarı zayıflatmak, çözüm süreci ile birlikte toplumsal barışı oluşturma noktasında alınan mesafeden rahatsızlık, Suriye özelinde Erdoğan-Davutoğlu ekseninin direnişe açık desteğinin devam etmesi, Esedsiz bir çözümde diretmeleri, İsrail ile istenen düzeyde normalleşmenin oluşmaması, Erdoğan’ın Ortadoğu halkları nezdindeki karizmatik kişiliğinin artması gibi bir çok nedenden kaynaklandığını düşünebileceğimiz konu başlıkları küresel aktörlerin bir operasyonuna zemin hazırlamış gibi görünmekte. Ülke içinde ise sermaye ve medya guruplarının Erdoğan’ın liderliğini kendileri için tehdit olarak görmeleri, Fethullah Gülen cemaatinin Erdoğan ile iktidar mücadelesinde Erdoğan’ın iktidarı paylaşmama dirayeti, CHP etrafında toplanan Kemalist kesimlerin secim ile iktidara gelemeyeceklerini görmeleri, karar aşamasına gelen Ergenekon,Balyoz davalarında ulusalcı güçlerin son kozlarını ortaya koyma arzuları, içki ve alkol yasakları ile bundan nemalanan lobilerin, daha fazla kazanma derdindeki sermaye-faiz odaklarının son kozlarını oynama gayretleridir.
Polis şiddeti nedir? Polis yasal olarak kanunların sağlanması için şiddet kullanabilecek bir kurum olarak karşımıza çıkar. Polis dışında hiçbir vatandaşın kamu düzeninin sağlanmasında, suçla mücadelede şiddet-silah kullanma hakkı yoktur. Mevcut yasalara göre hal böyle iken “polisin belindeki silah, elindeki cop, gaz kapsülü ve panzeri neden var?” demek abes ve boş bir tartışmadan öteye gitmemektedir. Polisin ‘aşırı şiddet’ kullanmasından bahsetmek daha uygun olur. Peki polis aşırı şiddet mi kullanmıştır? Toplumsal olaylarda, özellikle sol kesimin yapmış olduğu, provokasyonlara açık, temelde polis ile çatışmaya yönelik eylemleri bastırmada gaz kullanıldığı görülmekte. Kitlenin içinde belinde silah, ellerinde palalar, molotoflarla dolaşan sol militanları gördüğümüzde geçen on yıl içinde polisin (devlet aklının) olumlu yönde değiştiğini gözlemlemek mümkün. Şiddeti propaganda aracı olarak gören solun şiddete ve çatışmaya dönük eylemselliğini göz ardı edemeyiz. “Polis solculara saldırıyor ama İslamcılara dokunmuyor” söylemi tam bir ajitasyon ve yalandır. O zaman soralım, İslamcılar polisle çatışma, ortalığı yıkıp yakmak, halkın ortak malına zarar vermek gibi bir eylem tarzları var mı ki polis saldırsın? Ama özellikle radikal sol kesimler hem silahlıdır hem de polis-devlet ile çatışma içerisindedir. Sonrasında ise devletin (faşizm) saldırısına uğradıkları propagandası ile ‘faşizme karşı omuz omuza’ sloganları atabilmektedirler.
Bu demokratik bir tepki midir? Talepler demokratik midir? Eylemin, diktatöre karşı demokratik bir tepki, özgürlük arayışı, polis şiddetine karşı bir başkaldırı gibi sunulması tam bir aldatmacadır. Eylemin merkezindeki dernek başta olmak üzere bir çok kesimin Beyoğlu özelinde kendi yaşam tarzlarını dayattıkları biliyoruz. Geçmiş yılda Galata-Tophane’de yaşanan jakoben sosyal baskılar ve saldırgan tavırları bize bu kesimin laik-batıcı-dayatmacı olduğunu göstermişti. Geçmişi dayatmacı ve baskıcı olan bir zihniyetten bu gün özgürlük beklemek ne kadar gerçekçidir. Bunun yanına bir de olayın merkezine yerleşen Ergenekon artığı İP, TGB, TKP, SDP, Halkevlerini de eklediğimizde artık özgürlüklerden değil tam bir sosyal faşizmden bahsetmek daha uygun olur. Solun geçici haz edinme aracı olarak kullandığı ‘kurtarılmış bölge’ metaforu, barikatlarla gelen ama aslında kendini dar bir alana hapsetme olarak paradoksal olarak kendine geri dönen eylem biçimi, CHP’li Şişli, Kadıköy, Beşiktaş Belediyeleri başta olmak üzere, Garanti, İş Bankası, Boyner ve Koç gibi sermaye gruplarının katkıları ile oluşturulmuş ‘devrim market’, kapılarını göstericilere açan kapitalist Koç Grubu’nun Hyatt Oteli’nin lobisinde oluşturulan revir, Kürtlerin KCK ile yapmaya çalıştığı ama yapamadığını onbeş günde Taksim’de ‘SDP Asayiş’ kalkanları ile yaptığını zannedip komik duruma düşen örgütleri gördükçe “demokratik” tepkinin yerine büyük bir ajitasyondan beslenen, sırtını küresel sermayeye dayamış, liberal fonlarla desteklenen küçük ama mide bulandıran bir organizasyon karşımıza çıkmakta. Üzerinde daha fazla durulması hatta bir doktora tezi yapılması gereken vaka ise sosyalist kesimlerin liberal, kapitalist burjuva ile eylem birlikteliğidir. Parkın güvenliğini radikal sol örgütler gönüllü (bir o kadar hevesle) üstlenirken, lojistik ihtiyaçları Ulusalcı-Kemalist Belediyeler, sermaye çevreleri gidermekte ve işin enformasyon, iletişim ayağını liberaller üstlenmekte. Propaganda ise düne kadar eleştirilmiş hatta dışlanmış yazar, sanatçı, gazeteciler, eklenti tipler tarafından yürütüldüğüne şahit olduk. Eğer “demokrasi” bu ise gerçekten takdir etmemiz lazım!
Gezi parkının siyasetler üstü bir birlikteliği mi var? Her kesim mi orda? Kanımca, bu eylemlerde en büyük vurgu, tüm kesimlerin, hatta birbiri ile düşman-zıt düşüncelerin bir araya geldiği, siyasetler üstü bir konsensüs oluşturulduğudur. Bu cümlede doğru olan tek şey var o da tüm kesimlerin bir araya geldiğidir. Ama birbirine zıt ve düşman oldukları önermesi yanlıştır. Gezi parkındakilere basit ve tek bir soru sorulsa. Dense ki ‘Suriye’de yaşanan bunca katliamlardan kim sorumlu?’ Bu soruya oradaki tüm kesimler Baas diktasını es geçerek, direnen Müslümanları karalayarak “AKP ve Erdoğan” diyeceklerdir. GENAR’ın yapmış olduğu ankete katılanların partisel dağılımlarına baktığımızda CHP, İP ve diğer sosyalist partilerin ezici çoğunlukta olduğunu görürüz. Orada kendini AKP, MHP, İslamcı diye tanımlayanların oranı %5’i bile geçmemektedir. Kaldı ki bu %5’lik kesim de eylemin psikolojik harp figürü olarak kullanılmaktadır. Böylelikle “bakın dindarlar, başörtülüler de Erdoğan’a karşı, bu ülkede herkes diktatörden yana baskı görüyor.” gibi bir hava estirilmek istenmektedir. Birbirine düşman-zıt görüşleri bir araya getiren büyük ideal nedir? Hayal dünyalarında kurguladıkları “diktatöre” karşı direniş mi? Bunu yapmaları için hayal kurmalarına gerek yoktu. Hemen yanı başımızda Baas diktası vardı. Ama bu “düşman-zıt kardeşler” nedense Esed’i bir anti-emperyalist, yurtsever bir kahraman ilan ettiler. Dolayısıyla burada sonradan oluşan bir organizasyon yoktur. Zaten uzun süredir var olan, 27 Nisan sonrası AK Parti’nin sivil iktidarını güçlendirdiği andan itibaren daha da belirginleşen bir kesim vardır. Suriye konusundan Arap İntifadasına, sağlık politikalarından ekonomik projelere, HES’lerden nükleer santrallere, Eğitim sisteminden (4+4+4, İHL, Başörtüsü) güncel politikaya kadar temel konularda birleşmiş bir eksen söz konusu. Herkesin karşı duruşunu temellendirdiği argümanlar farklı. Çevreci, Alevi, sosyalist, İslam düşmanı, oportünist İslamcı, ulusalcı-Kemalist vb gibi.
Gezi parkında halk mı var? Gezi parkında halk yok. Ancak mutlu azınlık diyebileceğimiz, AK Parti iktidarı ile zenginleşen, bir o kadar şımaran, tabulaştırdıkları zevk ve haz ayinlerine dokundurtmayan, geniş halk kitlelerine yukarıdan bakıp kendilerini layüsel gören bir kitle var. Sanatçılarından akademisyenlerine, öğrencilerden çalışanlara, giyim tarzından eğlence biçimlerine kadar halktan kopuk ama halk adına konuşmayı, onları “sürü” olarak görüp yönlendirmeye bayılan, yerel ve yabancı medyanın, sermaye gruplarının desteği ile popülerlik kazanan “Beyaz Türklerden” bahsedebiliriz ancak. Bunun en somut kanıtı eylemlerin Beşiktaş, Kadıköy, Bakırköy gibi zengin, elitist bir o kadar da batıcı-laik-seküler-hazcı-İslam karşıtı-CHP’li ilçelerinde destek görmesidir. Bağcılar, Esenler, Zeytinburnu, Fatih, Sultançiftliği, Sultanbeyli gibi ilçelerinde destek görmemesi tersine nefretle karşılanması, tencere tava ile gösteri yapmak isteyenlerin kovalanması bu eylemlerin halk nezdindeki meşruluğunun olmadığının en bariz göstergesidir. Taş atan teyze radikal bir sol örgütün Sivaslı militanı çıkarken, “anneler çocuklarına siper” yalanında oldu gibi birçoğu kendine “anne süsü vermiş” sol örgütlerin mensupları diğer kalanı da genç kadınlardan oluşurken, medyanın direnişçi anneler-kadınlar diyerek masumlaştırdığı kişiler Okmeydanı Halkevi üyesi iken hangi halktan bahsetmek gerekir. Halk mı var sosyalist-laik-alevi-ulusalcı-Kemalist örgütler mi?
Gezi Parkı Protestosu başlangıcı, içeriği, eylemleri ve sonuçları ile içerisinde bulunulması Müslümanlar açısından sorunlu bir eylemdir. Yeniden vesayetçi (sermaye, medya, ordu, bürokrasi) bir sistemi ikameye dönük, geniş halk kitlelerinin kazanımlarını yok etmeye çalışan, Müslümanlara birebir saldırı ve hakarete evrilen sosyalist ve ulusalcı kesimlerin, iktidar üzerinden, dindar halktan intikam alma, nefret kusma şeklinde azgınlaşan küfürleri ulusal ve uluslararası medyanın manipülasyonları ile gizlenemez, örtülemez. Gezi parkında oynanan oyuna, aktörlere, argümanlara dikkat edilmesi ve Müslümanca tavır alınması önceliğimiz olmalıdır.