Abdullah Öcalan’ın özellikle de Güneydoğu’da yaşamaya devam eden Kürtler üzerinde son derece güçlü bir etkisi olduğunu dün yazmıştım. Öcalan’ın PKK’yı denetleme otoritesini elinde hâlâ bulundurup bulundurmadığını tartıştığımız bugünlerde, örgütün de (veya içindeki fraksiyonların) bu popülariteye bakarak kararını vereceği kanısındayım.
“Örgüt” dediğimiz insanlar topluluğu, doğal olarak ve tanımı gereği, ne amaçla kurulmuşsa herkesten fazla o işin içindedir. İşin içinde olan insanların karşılarına çıkan olaylar hakkındaki değerlendirmeleri de belirli bir mesafeden bakanlara kıyasla daha derinlemesine, daha kapsamlı olur. Hesaba katılması gereken etken sayısı birdenbire katlanarak artar.
Abdullah Öcalan örgütünün fiilen başında bulunduğu süre boyunca tam bir “hâkim-i mutlak” olarak PKK’yı yönetti. O zaman da arkasında bir “halk desteği” vardı; ama asıl gücünü örgüt tabanından alıyordu. Böyle örgütsel biçimlenmelerde hiyerarşide yukarıda bulunanlar arasında gidişata çeşitli nedenlerle (çok zaman kişisel nedenlerle) muhalif olanlar daha fazladır.
Bu özgül durumu bildiğimden değil, genel örgüt sosyolojisini çalıştığım için, tahmin ederim ki Öcalan’ın yakalandığı ve Türkiye’ye teslim edildiği anda, PKK içinde, onun yerini almak isteyecek birçok yönetici vardı. Ama gerek örgüt-içi ilişkilerde, gerekse örgütün dışarıya sunduğu görünümde, Öcalan’ın imgesi, “Lilliput diyarında Gulliver” gibi bir imgeydi. O günlerde, Öcalan’ın bu hegemonyasını kırmak isteyecek biri (birileri) bunu yapabilirdi de. Başka hiçbir şey olmasa bile “tutsak düşmüş” bir önderin önderliğinden vazgeçmenin mantıklı nedenleri olur. Ama öyle sanıyorum ki o aşamada böyle niyetlerle birileri harekete geçse ve başarılı da olsa, Öcalan’ın imgesiyle birlikte PKK da bir karanlığa yuvarlanıp gidebilirdi. Bunu kimse göze alamayınca, gelişmenin karşıtı gerçekleşti ve Öcalan özellikle Kürt halk kesimleri arasında bir “idol” ve bir “ikon” haline geldi. Bu kesimlerin böyle bir şeye ihtiyacı olduğu için gerçekleşebildi bu durum. Bu aslında kendi başına son derece ilginç bir psikolojik süreç, ama ben toplumsal-psikolojiye dalma işini başka bir yazıya bırakıp siyaset üstüne konuşmaya devam edeyim.
Daha önce “Serok” gibi kavramların kullanıldığını biliriz, ama yakalandıktan sonra Öcalan’a “Önderlik” kavramıyla atıfta bulunulması da ilginç ve anlamlıdır. Neyse, bu da dilsel-psikoloji alanına giriyor, bunu da şimdilik geçelim.
Evet, örgüt içinde Öcalan’ın önderliğinden hoşlanmayan, bundan bir yolunu bulup kurtulmak isteyenler varsa, onların da bu yeni durumla birlikte varolmanın koşullarını yaratmaları gerekiyordu. Tekrar ediyorum, böyleleri var mıydı, varsa kimlerdi, hiçbir fikrim yok. Ama dünyada bunca yıllık bir “örgütlenme” tarihi vardır ve her örgütlenme örneğinde anlattığım türden birçok olay yaşanmıştır. Normal olan budur. Evet, Öcalan’ın Türkiye devletinin eline geçmesi, onu sevenlerin gözünde, Öcalan’ı “yaşamaya devam eden martir” konumuna getirdi (gerçek hayatta çok sık rastlanır bir durum sayılmaz). Ona muhalif olanlar da bu durumla uzlaşmak zorunda olduklarını anladılar. Kendi özel hesaplarını olayların akışına bırakmaları gerekti.
Türkiye devleti, elinin altında Öcalan’la ne yapacağını büsbütün bilemedi ve zaten hiçbir şey yapmadı. “Haydi, artık barışalım” diyecek yerde, “Serok’unuz bende tutsak, siz de bana teslim olun” demeyi tercih etti. Böylece bugünlere geldik.
Şimdi çelişkilerle dolu bir noktadayız. Bütün aktörler kendi çelişkileriyle başbaşa. Abdullah Öcalan çatışmayı durdurmaktan yana, son analizde. Ama onu “idol” yapanlar, çatışmayı “gerilla çerçevesi”nden çıkarıp “intifada” çerçevesine sokan, çoğu çok genç, kitleler. Şimdi bunların hangisi ağır basacak?
TARAF