- Pardon, verdiğiniz kararın gerekçesini öğrenebilir miyim?
- Gerekçeli karar açıklanınca öğrenirsiniz.
- Anlamadım!
- Neyi anlamadınız?
- Karar açıklandı ya zaten…
- Evet?
- Gerekçesi?
- Gerekçe için biraz daha beklemeniz lazım.
- Efendim?
- Gerekçe için biraz daha bekleyeceksiniz diyorum.
- Niye ki?
- Çünkü henüz hazır değil.
- Nasıl yani? Kararı verirken gerekçeniz yok muydu?
- Olur mu öyle şey?
- Olmaması lazım. Bir gerekçenizin olması lazım.
- Var zaten.
- Nerede?
- Ne demek nerede?
- Karar var, gerekçe yok. Bu nasıl iş?
- Gerekçe elbette var, fakat henüz yazıya dökülmedi.
- Niye ki?
- Böyle şeyler zaman alır.
- Ne kadar zaman alır?
- Ne bileyim işte… Üç gün, beş gün, belki de bir-iki hafta… Daha uzun da sürebilir.
- Niye ki?
- Nasıl niye ki?
- Şöyle ki: Siz gerekçenizi söyleyin, ben şuracıkta yazayım. Atla deve değil ya bu.
- Öyle ayak üstü yapılacak basit bir işten söz etmiyoruz kardeşim. Tarihi bir kararın gerekçesini yazmaktan söz ediyoruz. Üzerinde uzun uzun düşünmemiz, tartışmamız lazım.
- Daha düşünmediniz mi? Tartışmadınız mı? Kararı düşünüp tartışmadan mı verdiniz? “Önce asalım, sonra yargılarız” mı dediniz? Mustafa İslamoğlu hocanın güzel bir sözü var: “Kitaba uymayan kitabına uydurur.” Sizin böyle konuştuğunuzu duyanlar “Galiba kitabına uydurmak için zamana ihtiyacı var” diyeceklerdir.
- Ne münasebet?
- Münasebet filan yok. Tam bir münasebetsizlik söz konusu.
- Ne diyorsunuz kardeşim siz?
- Asıl siz ne diyorsunuz? “Böyle bir karara gerekçe bulmak zor iş. Bizde biraz daha zaman verin” mi diyorsunuz?
- Ben söyleyeceğimi söyledim. Başka yorum yok.
- Yaaa, demek yorum yok! “Dediğimiz dedik, astığımız astık, kestiğimiz kestik” diye kestirip atıyorsunuz yani.
- Yorum yok dedim.
- Bende yorum çok ya, neyse…
Yeni Şafak gazetesi