Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsüne ilişkin değişikliği reddetmesinin beklenen “gerekçeli kararı” çıktı (parti kapatılması hakkındaki gerekçeli karar ise henüz yok). Ama tabii kararın tam metni henüz medyaya yansımadığı için -belki de hiç yayımlanmaz- bunu görmedim. Gazetelerde ancak -gazetelerin seçtiği- bazı bölümler var. Bunlar da gazetelerin meşrebine göre bir kavramsal çerçeve içinde sunuluyor. Örneğin medya içinde bir “kırmızı-çizgi-sever” medya var ki, onlar “Bir daha sakın şunu şunu yapmayın” havasında; kimileri karardan hoşnut değil, eleştirel. Böylelerinin sermayesi de “muhalefet şerhleri”, çünkü onlar da eksik değil; Başkan Haşim Kılıç ve üyelerden Sacit Adalı bu karara katılmadıklarını açıklamışlar.
Ben de bu karardan hoşnut olmayanlar arasında yer aldığım için o “muhalefet şerhleri” benim de ilgimi öncelikle çekiyor. Herhalde çok fazla uzamadan kamuoyu önüne gelecek ikinci (parti kapatma/kapatmama) kararıyla birlikte bu iki “gerekçe” önümüzdeki dönemin çok önemli bir tartışma konusunu oluşturacak; çünkü ikisi de, yalnızca ilgili göründükleri özgül ve somut sorunlarla sınırlı kalmıyor, Anayasa Mahkemesi’nin kendisi hakkında sorular getiriyorlar. Bununla da bitmiyor tabii: bu ülkenin kurumsal yapısı, kurumlar arası dengeler hakkında önemli soru işaretleri yaratıyorlar. Dolayısıyla demokrasinin varlığı/yokluğu ve “sınır”ları, Türkiye’de bir anayasa değişikliğinin mümkün olup olmadığı, kısacası, bu ülkede demokrasinin mümkün olup olmadığı gibi sorular bu tartışma içinde zorunlu olarak sorulacak ve tartışılacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin karara şerh koyan iki üyesinin bir hukuk dili içinde açıkladıkları itirazlarında bu kaygıları örtük olarak görmek mümkün. Örneğin Sacit Adalı şunları yazıyor: “Anayasa Mahkemesi heyetinin çoğunluğu, esasa girerek karar vermiştir, ancak bu yetkisi dışındadır. Bundan sonra her türlü gerekçenin gayet rahatlıkla içine girebileceği derecede geniş anlamları olan demokrasi, laiklik, sosyallik kavramları uyarınca artık hiçbir Anayasa değişikliği yapılamayacak, teklif edilemeyecektir.”
Mahkemenin “esasa girme”sinin ciddi bir usul ihlâli olduğu ve buna benzer şeyler, bir süreden beri devam eden hukuk ihlâllerinin göz çıkarıcı örneklerini oluşturuyor. Bunlar beni elbette çok yakından ilgilendiriyor, ama şimdi “hukuk”tan önce “siyaset” üstünde durmak istiyorum. “Başörtüsü” üstünden dönen bu itişmenin “hukukî” yanları da şimdilik bir kenarda durabilir.
Mahkeme’nin bu müdahalesini “siyaset”e yapılmış bir müdahale olarak görüyorum. Bu elbette Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi dahilinde olabilirdi: siyaset kadrolarının kendilerine özgü birtakım gerekçelerle uluslararası hukukun ilkelerine aykırı düşen bir siyasî uygulamasını durdurmak. Ama olan bu değil.
Ortada uluslararası hukukun ilkelerine aykırı düşen bir uygulama, hukukî temeli olmayan bir yasak var; siyaset, bu yasağı kaldırmak üzere harekete geçiyor ve Mahkeme bu girişime müdahale ediyor. Böyle bir davranış, siyasîlerin bir tasarrufunu durdurmanın ötesinde, devletin ülkede siyaseti durdurması gibi bir anlam taşıyor.
İkide bir karşımıza çıkarılan bir yalan var: “AİHM bizim bu yasağımızı onayladı.” Hayır, bunu yapmadı. Bir ülke böyle bir tehlikeden çekiniyorsa, bunu önlemek için bazı tedbirler alabilir, demiş oldu. Bu karara bayıldığımı söyleyemeyeceğim, ama bu, karşımıza çıkarılan “onayladı”dan farklı bir şey.
Bir toplum neyi sakıncalı, neyi sakıncasız bulduğunu nasıl açıklar? Bunun çeşitli “minör” yolları olabilir de (var zaten), “genel oy”dan daha “majör” bir anlatımı, bildirimi olabilir mi? Bu irade dile geldi, yüzde 47 oy alan parti de ülkede kendi boyunun ötesinde birçok ciddi soruna yol açan bir haksızlığı düzeltmek üzere, siyasetin kullanması için kurulmuş mekanizmaları çalıştırdı. Durdurulan bu. Peki, bir toplumun neyi iyi, neyi kötü bulduğu, neyi istediği, neyi istemediği başka nasıl anlaşılacak? Neyi istememiz, neyi istemememiz gerektiğine kim karar verecek? Anayasa Mahkemesi mi? Hattâ, ne istemeyi teklif edeceğimize de o ve arkasındaki güçler mi karar verecek?
Böyle rejimlere ne ad koyuyorlar?
TARAF