Ali Osman Aydın / Yeni Akit
Perdenin ardındaki gerçek
Adı şimdiden Auschwitz gibi insanlık tarihinin en karanlık sayfalarına yazılan hastane katliamı ile İsrail, kamuoyu desteğini büyük ölçüde yitirdi.
Dezenformasyon narkozu etkisini yitiriyor ve Amerika'da, Fransa'da, İngiltere’de hatta İsrail'de bile insanlar Filistin’deki insanlık dramı için meydanları dolduruyorlar. Hem de söz konusu devletlerin Filistin’e destek olabilecek gösteri ve yürüyüşleri yasaklamasına, durdurmaya çalışmasına rağmen.
Anlaşılıyor ki dini, dili, ırkı ne olursa olsun, bir kısmı hariç, sıradan insanlar barbarca politikalar hakkında benzer şeyler düşünüyorlar.
Meydanları dolduran insanlar çocukların üzerine bomba atılmasını, okul, hastane, pazar yeri gibi sivil mekanların vurulmasını lanetliyorlar. Toplumlar sivil ölümlerinin durdurulması konusunda hemfikir gibiler.
Mesela Amerikalı Yahudilerden oluşan bir gurup, Washington DC’de, kongre binasında oturma eylemi yaptılar geçen hafta. Tezahüratlarla kongre üyelerinden “ateşkes” talep ettiler. Kongrenin ateşkesi sağlamasını istiyorlardı. Fakat olmadı. Aksine kongreden İsrail terörünün tartışmasız bir şekilde desteklenmesi kararı çıktı.
Bence meselenin önemli yanı da bu!
Bu noktada tuhaf bir şekilde halklar ile devletler birbirine zıt iki davranış sergiliyorlar.
Dünyanın her yerinde halklar kanın durmasını, canice saldırıların sona ermesini istiyor. Fakat bu pratikte bir anlam ifade ediyor mu?
Hayır!
Halklar neyi ne kadar isterlerse istesinler, savaşa da barışa da siyasiler karar veriyor. Bu bana çok çarpıcı geliyor.
Dışarıdan bakıldığında pırıl pırıl demokrasiler, gıcır gıcır seçimler görüyoruz. Kampanyalar yapılıyor, insanlar oy kullanıyor, oylar sayılıyor, şu ya da bu parti iktidara geliyor, insanlar sevinçten sokaklara dökülüyor… Biz de bu döngüye bakarak, halk olarak kendi kendimizi yönettiğimizi düşünüyoruz!
“Yaşasın cumhuriyet!”
“Yaşasın seçme ve seçilme hakkımız!”
“Demokrasimiz var olsun” diyoruz.
Bizi, egemenliğin halkta olduğuna ikna edecek bütün aksesuarlar, mizansenler, dekorlar en kurnazca yöntemlerle hazırlanmış.
Dışarıdan baktığınızda bütün bu yapının mihrak noktasını halkların oluşturduğunu düşünüyorsunuz. Çünkü böyle düşünülmesi gerektiği empoze edildi bize. Çağımızın yegâne argümanı bu. “Krallıklar devrildi, artık toplumlar kendi kendilerini yönetiyorlar! Hükümetler halkların taleplerini yerine getiren aparatlardan başka bir şey değiller!” gibi sloganlar ezberletiliyor insanlara.
Fakat gerçeğe, özellikle bu son olaylarda ortaya çıkan tabloya baktığımızda durumun bununla ilgisi olmadığını anlıyoruz. Halkların olup bitenler üzerinde etkisi yok gibi görünüyor.
Siyasiler, hiçbir hukuk ve ahlak kuralını umursamadan istedikleri ülkeyi işgal edebiliyorlar. Şahsi fantezilerinin izin verdiği ölçüde kanlı katliamlara imza atabiliyorlar.
Bunu istemediğinizi göstermek için meydanlara doluştuğunuzda, bu tarz bir protestoyu yasaklayan bir karar alıyorlar. Kendinizi polis tarafından coplanırken buluyorsunuz.
Durun bir dakika! O hükümeti siz seçmemiş miydiniz?!
Onun görevi sizin taleplerinizi yerine getirmek değil miydi?
Siz kimsenin öldürülmesini onaylamıyorken, o nasıl bir işgale, katliama yeltenebilir!
Uyanmamız gereken bir rüya bu! Hiçbir şeyi yönetmiyoruz aslında. Aksine yönetiliyoruz! Siyasal yönetimler bizim için değil! Biz onlar içiniz! Onların hedeflerinin paletleri, tekerleri, araçları, kurşunlarıyız. Onlar neyi nasıl yapmamızı istiyorlarsa -hatta bu şey kanuna, mantığa ve ahlaka aykırı olsa bile- istediklerini, söyledikleri gibi yapmak durumundayız.
Devletler tarihte hiç olmadığı kadar güçlü çağımızda. İktidarlar milyonlarca insanı yok edecek silahlara sahipler. Eski kralların mancınıkları, tüfekleri, sahra topları vardı. Şimdiki iktidarların aynı anda on binlerce insanı yok edecek nükleer güçle çalışan kıtalar arası füzeleri var.
Bugün olsa, Fransa'da ihtilal yapmaya kolay kolay kimse cesaret edemezdi.
Halklar olarak tarihte hiç olmadığımız kadar zayıf, çaresiz, tutsak ve savunmasızız.
Son olaylar bunun kanıtı…