Türkiye'de yıllardır -belki de 1994'ten; meşhur yerel seçimlerden bu yana- süren yanlış saflaşmanın tarumar olduğu; gerçek saflaşmanın su yüzüne çıktığı tarihi bir noktadayız.
On yılı aşkın bir süredir, "irtica tehdidi", "gizli gündem" "takiye niyeti" gibi sanal korkular üzerine inşa edilmeye çalışılan "laik-antilaik" saflaşması artık küçük bir grup dışında pek kimsenin ciddiye almadığı bir manipülasyon denemesi olarak geride kaldı. Çok vakit kaybettik...
Ama artık her şey netleşti. "Laiklik elden gidiyor" diye, "şeriat geliyor" diye en çok bağıranların; en gürültücü "Cumhuriyet" amigolarının bir yandan halka korku pompalarken bir yandan da neler karıştırdıklarını bir bir öğreniyoruz.
Öğrendikçe dehşete kapılıyoruz. Karşımızda ülkemizdeki rejimin niteliğini değiştirecek bir dava duruyor. Bu dava, 50'li yıllardan beri varlığını bildiğimiz; önceleri Gladio dediğimiz, 70'lerde kontrgerilla adıyla andığımız, sonraları JİTEM ya da Özel Harp Dairesi olarak faaliyet gösteren; 97 yılında ise ilk kez Ergenekon adıyla karşımıza dikilen, devlet içinde dal budak salmış bir gizli örgütle hesaplaşmanın davası...
Eğer biz bu hesaplaşmayı yapamazsak, Türkiye'de evrensel anlamda bir demokrasi asla kurulamayacak. Ama bir de yaparsak...
İşte o zaman kanatlanacak Türkiye; darbeler ülkesi olmaktan çıkacak, darbe niyetlilerinin yüreklerine yargı korkusu salınacak. Şimdiye kadar değişimin önüne kurulan barikatlar yok olacak. Bu dava bunun için bir hayat memat meselesi ve işte nihayet, bu "hayat memat meselesi" üzerinden gerçek bir saflaşma yaşanıyor Türkiye'de. Taşlar yerine oturuyor. Demokrasiye uzanan yolun Sırat Köprüsü'nden geçiyoruz ve ne yazık ki kayıplar veriyoruz. Çoktandır kaderini darbecilere bağlamış olan ana muhalefet partisinin ya da 28 Şubat'tan beri darbelere oynayan basının tutumu şaşırtmıyor bizi. Ama şimdiye kadar demokrat bellediğimiz kimi isimlerin yalpalamalarını görmek çok hazin.
Cesur bir savcı çıkıyor ve canı pahasına üstüne gidiyor "dokunulmazların"; ama demokrat bildiğimiz kimi kalemler destek vereceklerine "eli tespihli savcı" diye lanse edip yıpratmaya çalışıyorlar. Tespihin anlamının, neyi gösterip neyi göstermediğinin tartışması ayrı. Diyelim ki dindar bir savcıyla karşı karşıyayız. Sormak lazım: Biz otuz yıldan bu yana gözü kara bir savcının, yeni bir Zekeriya Öz'ün ortaya çıkıp yargıyı işletmesini beklemedik mi? Şimdi kelle koltukta görevini yapmaya çalışan bu adam eli tespihliyse - ya da dindarsa diyelim - demek ki "derin devleti çökerten adam" olarak tarihe geçmek sizin deyişinizle "bir tespihliye" nasipmiş.
Bundan neden gocunuyorsunuz? Eğer bu ülkede devleti çetelerden temizlemeye cesaret eden ilk siyasi iktidar "dindar" bir siyasi iktidar ise; Türkiye'de glasnost bu iktidarın eliyle yaşanacaksa bundan neden rahatsız oluyorsunuz? Bu iktidar, zamanında Ecevit'in cesaret edemediğini: Demirel'in hiç yanaşmadığını; Baykal'ın zaten aklından bile geçirmediğini yapıyorsa, buna sevinmeniz gerekmez mi?
Evet, bu hükümet iktidara geldiğinden beri her adımda kendisini boğmaya çalışan bu "derin" yapılanmayla mücadeleyi aynı zamanda kendisi için bir varlık-yokluk meselesi olarak görüyor olabilir -ki bunda haklıdır- dolayısıyla bu mücadelenin başarılmasını sadece genel olarak demokrasi için değil, aynı zamanda partisinin geleceği açısından da istiyor olabilir.
Peki bu çıkar kesişmesi bu savaşı neden "kirli bir savaş" yapsın? Bir siyasi partinin darbecileri açığa çıkarıp hem demokratik rejimi hem de kendi varlığını güvenceye alma çabalarına "kirli savaş" adını yakıştıranların, kendi "temiz" ve "kirli" kavramlarını gözden geçirmeleri için çok az zamanları kaldı. Aksi takdirde kendileri tarihe "kirli bir ittifakın ortağı" olarak geçecekler.
BUGÜN