Hazım Sağıye / Şarku'l Avsat
Suriyeli mülteciler ve demografik ideoloji
Kimi Lübnanlılar Lübnan'da iki milyon, kimileri üç milyon ve hatta bazı popülist söylemler dört milyon Suriyeli var diyerek açık artırmalara dalmışken ortaya attıkları sayılarla Lübnanlılarda kıskançlık ve haset uyandıran Türkler ortaya çıktı. Cumhurbaşkanlığı için Recep Tayyip Erdoğan’a karşı yarışan Kılıçdaroğlu, Türkiye'de 10 milyon Suriyeli olduğunu söyledi. Zafer" Partisi’nin lideri Ümit Özdağ ise ondan daha yüksek bir sayı vererek 13 milyon dedi.
Böylece sayılar topu ulaşılması zor bir yüksekliğe atıldı. Türk siyasetçilerin astronomik abartıları Lübnanlı meslektaşlarını başlatmış oldukları açık artırmada her şeye rağmen daha ileri gitmeye mi teşvik edecek yoksa onları hüsrana uğratıp, oyuncusunu ifşa eden bir oyunun skandal niteliğindeki doğasına dikkatlerini mi çekecek belli değil.
Kesin olan şu ki sayıların dili kendi kendine yeten bir bilinç sistemidir ve modern zamanlarda Sanayi Devrimi, onun genişletilmiş çalışmasının ilk beyanıydı. Köylülerin sanayi tesislerinde iş aramak için şehirlere gelmeleri ve aşırı kalabalık gecekondu mahallelerinde ikamet etmeleri, hayatlarına nüfuz eden muazzam dönüşüm karşısında şaşkına dönenlerin ve bunu yorumlayamayanların tüm korkularını ateşledi.
1798'de İngiliz iktisatçı ve demograf Thomas Robert Malthus, nüfusun bu kesiminden duyduğu korkuyu bir teoriye dönüştürdü. Buna göre bu nüfusun sayısı geometrik olarak (1-2-4) büyürken gıdaların oranı aritmetik olarak (1-2-3) büyüyordu. Bu nedenle insanlar, küresel bir kıtlık ile nüfusu azaltan sert bir önlem arasında seçim yapmak zorundaydılar.
Ancak Sanayi Devrimi meyvelerini verdiğinde vatandaşların koşulları iyileşip yaşam süreleri uzamış, gıda geometrik olarak, nüfus sayısı ise aritmetik olarak artmaya başlamıştı. Böylece Malthusçu senaryo, kötü niyetlerle dolu hatalar tarihinin bir parçası haline geldi.
Bir asırdan kısa bir süre sonra ‘Sosyal Darwinizm’ bu nüfusa yönelik nefreti bu kez ekonomi yerine ‘bilim’ ile dile getirdi. Charles Darwin'in milyonlarca yıl içinde hayvanların ve bitkilerin evrimi hakkında geliştirdiği yasalar, kısa ve sıkıştırılmış zaman dilimlerinde insanlara uygulanmak üzere sosyalizme aktarıldı. İngiliz filozof ve bilim adamı Herbert Spencer'ın ‘en güçlü olanın hayatta kalması’ denklemi formülüne göre nüfusun en zayıf kesimi ‘varoluş mücadelesinin’ bedelini ödeyecektir ve hayat bu mücadeleden başka bir şey değildir. Sosyal eşitsizliği, askeri genişlemeyi ve ırkçılığı haklı çıkarmak için büyük ölçekte, ‘Sosyal Darwinizm’ kullanıldı. Öjenik (insan ırkının ıslahı) adı verilen efsane bunu temel aldı.
Aynı dönemde birçok yazar ve edebiyatçı, kalabalıkları azgın ve çılgın bir doğanın bizi onunla bombaladığı tehlike olarak tanımlamada ustalaştı.
Ansiklopedi olarak tanımlanan Fransız yazar Gustave Le Bon, ‘kalabalığa’ yıkıcılık, düşünememe ve duyguların peşinden gitme gibi özellikler atfediyordu. O dönemde hakim olan ve sanayi çağında en yoksulların ve en zayıfların çıkarlarını savunmayı amaçlayan sendikal ve partizan örgütlenme eğiliminin aksine Le Bon, ‘psikolojik kalabalığı’ bilinci uyuşturmanın ve aklı kolektif içgüdülerle değiştirmenin bir sebebi olarak görüyordu.
20’inci yüzyılın büyük diktatörleri Le Bon'u okuyup ona hayranlık duyarken, otuzlu yıllarda, ‘kitlelerin yönetiminden’ ürken İspanyol filozof Jose Ortega y Gasset çıkıp görüşlerini sundu. Gasset’e göre barbarlığı ve ilkelliğiyle ‘sıradanların yaşamı’, ‘asil yaşamdan’ farklıdır. Toplumsal ve kültürel paniğin kökleri ise Sanayi Devrimi’ni izleyen nüfus patlamasında saklıdır.
Genç Mustafa Kemal Atatürk'ü en çok etkileyen kişilerden birinin ‘bilimkurgunun babası’ kabul edilen İngiliz yazar ve romancı H.G. Wells olması anlamsız değildi. Wells'e göre nüfus artışı, medeniyeti ele geçiren ve onu kalabalıkların diktatörlüğü ile tehdit eden bir felaket anlamına geliyor. Wells'in belki de en önemli bilimkurgusu, mühendislerin ve teknoloji uzmanlarının nüfusu azaltacağı başka bir ütopik cumhuriyetteki toplum mühendisliğiydi.
Sanayi Devrimi'nden sonra demagojik politikacılar, sayılara sıfırlar ekleyerek şeytani tahayyülleri uyandırmaya devam ettiler. İçimizdeki efsanenin derinliğine dayanarak, kalabalıkları böceklere, parazitlere, bakterilere ve bulaşıcı hastalıklara benzetme yaygınlaştı. Bunlar, Hitler ve yandaşlarının Yahudiler için kullandıklarına benzer tanımlardı. Buna göre kalabalıklar çoğalırlar, genişlerler, ahtapot olurlar, yayılırlar ve yer kaplarlar, kaynakları kemirirler, su gibi akarlar, taş gibi sertleşirler ve fareler gibi her zaman ve sonsuza kadar ürerler. Ama içlerindeki fare en iyi yılanla, tilkiyle, sırtlanla, yerin altından çıkan veya üstünden atlayıp kan damlayan dişlerle üzerimize çullanan sayısız yaratıkla bir arada en iyi şekilde yaşar.
İnsanı bir sayıya indirgeyen bu ekol, kendini övme gösterisinde de çalışır ve bunu bir öz küçümsemeye dönüştürür. Cezayir'deki ‘1 milyon şehit’ ifadesi, diğer hastalıklı fikir ve imgelerin doğurgan anasıdır. Örneğin Lübnanlılar, 1980'lerde Lübnanlı Emel Hareketi’nin lideri Nebih Berri'nin, Müslümanların ‘Maruni hegemonyasına’ karşı her zaman gizlice bir ‘üreme savaşı’ yürüttüklerini söylediğini hatırlarlar. Onlarca yıldır aramızda dünyayı ‘70 milyonluk bir ulus’ ve ardından ‘90 milyonluk bir ulus’ ile tehdit eden şairler görüldü. Ancak Arapların sayısı 100 milyonu aştığında, şiir dinletileri ve vezinleri artık yeni sayıları barındırmaz oldu.
İnsan hayatı, nihayetinde ne bir bürokratik istatistik ofisi ne de burada bir siyasetçinin, orada bir halk kesiminin veya partizan grubun hissettiği acizliği tedavi edecek bir hastane değildir. Her durumda, bedenleri ve ruhları sayılara ve belki de bedenlere indirgemek etik olamaz. Aynı zamanda bu elbette doğru olamaz ama yanlış da olamaz çünkü insani doğru ve yanlışın ötesindedir.
Bugün Suriyelilerin sayısı, bu konudaki en belirgin ihlalin başlığıdır.