Abdülkadir Şen / STAR
Önümüzdeki ay beşinci yılına girecek olan Suriye sorunu, hâlihazırda dünyanın en karmaşık ve öncelikli krizlerinden biri haline gelmiştir. Bu kriz, gerek yaşanan devasa insanlık dramları, gerekse de uluslararası toplumun etkisizliğini, başarısızlığını ve aslında güçlü verilere göre çifte standartlarını açığa çıkarma konusunda son yüzyılda kendine has nadir örneklerden biridir. Uluslararası toplumun, bir halkın topyekûn kırımdan geçirilmesine seyirci olduğu ve etkisiz siyaseti ile Suriye rejimini adeta katliamları için cesaretlendirmesi, tarihe kara bir leke olarak şimdiden yazılmıştır. Çok sayıda medeni ülke, sadece sınırlarına dayanan mültecileri sorun olarak görmektedir.
Devrimin sembolü
Suriye rejimi, 2010 yılında Tunus’ta başlayıp farklı ülkelere sıçrayan ve bir dizi yönetim değişikliğine yol açan diğer devrimleri iyi değerlendirip bunlardan ders çıkarmak ve reform gerçekleştirmek yerine, baskıcı yöntemlerle halkın devrim hareketine girişmesini engellemek için şiddete başvurmuştur. Devrimin nasıl başladığına yönelik popüler hikâyelerden en fazla kabul göreni şu şekildedir: Der’a kentinde iki kadın doktor arasında geçen konuşmada biri, diğerine “Mübarek devrildi” demiş, arkadaşı ise “Darısı bizimkinin başına” cevabını vermiştir. Telefonları dinlenen doktor kadınlar tutuklanıp işkence görmüş, ceza olarak saçları sıfıra vurulmuştur. Kültürel anlamda büyük bir aşağılama anlamına gelen bu uygulama sonucu doktorların akrabaları olan 15 çocuk, 6 Mart 2011’de, Der’a ilinde duvarlara, popüler bir Arap Baharı sloganı olarak sembolleşen “Halk rejimin düşmesini istiyor” sloganını yazması üzerine tutuklanmış, ağır işkence görmüştür. Der’a aşiretleri, çocuklarını almak için kolluk kuvvetlerine gittiklerinde ağır hakaretlerle karşılaşmış, olaya merkezi yönetimin müdahale etmemesi üzerine, 15 Mart’ta protestolar patlak vermiştir. Der’a, aşiretlerin en güçlü olduğu bölgelerdendir. Der’a’da rejim tarafından tutuklanan ve işkence ile öldürülen Hamza el-Hatib devrimin sembolü haline gelmiştir.
İlk müdahale İran’dan
Suriye devrimi başlangıcından neredeyse ilk yılına kadar şiddet içermeyen ve masum protestolarla yürüyen bir devrimdir. Suriye krizine ilk müdahale eden yabancı güç hiç şüphesiz İran’dır. Nitekim birçok İranlı yetkili henüz devrimin başında, rejime destek vermiş, bazı askeri yetkililerin desteklerini itiraf ettikleri görüntüler ortaya çıkmıştır. İran, Suriye’de protestolar başlamadan hemen önce Suriye’ye, muhtemel protestolar ve savaşta kullanılmak üzere yardım malzemeleri, gaz bombaları ve askeri mühimmat yardımı taşıyan askeri gemiler göndererek destek olmuştur. Henüz erken dönemde Eylül 2011 tarihinde Lübnan basını, bazı Hizbullah üyelerinin Suriye’de öldürüldüğünü duyurmuş ve rejimden ayrılan subaylar, Hizbullah sniper’larının Zebadani’de halka ateş açtıklarını açıklamıştır. Rejimden ayrılan bir pilot 2011’in Ağustos ayında İranlı askeri uzmanların rejime ait havaalanlarına gruplar halinde gelerek yönetimi devraldıklarını açıklamıştır. Uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmek ve rejimin haklılığını ortaya koymak için Suriye rejimi zaman zaman yaptığı açıklamalarda, yaşananlarla ilgili olarak yabancı güçleri ve “tekfirci teröristleri” suçlamıştır. Ancak Suriye krizinin ilk yılı boyunca, hiç bir Sünni cihat yanlısı yabancı grup sahada etkin olmamıştır. 2012 başına kadar yabancı Sünni savaşçıların varlığına dâir hiçbir kayda değer belge, görüntü, resim ya da rapor yokken, İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah üyelerinin daha ilk aylarda bölgedeki varlıkları ispatlanmıştır. Krizin ilk altı ayı sadece sivil protestolarla geçmiş, diğer altı ayda ise büyük oranda rejimin saldırılarından korunma amaçlı ordudan ayrılanların organize ettiği sınırlı oranda bir silahlı direniş gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Suriye krizinin ilk bir yılı boyunca Suriye rejimi gerçekçi reformları uygulamaya sokmadığı için bir fırsat kaçmış ve birinci yıldan sonra sahneye çıkan birbirinden farklı yeni aktörler barışçıl çözüm yollarını zorlaştırmıştır. Başından itibâren İran ve Rusya’nın baskıcı yönetime destek vererek krizi derinleştirdiği bilinmektedir. Muhaliflere karşı savaşan İranlı bir general basına yansıyan röportajında, krizin ikinci ayından itibâren, Devrim Muhafızları’nın Suriye’de rejime destek vermeye başladığını açıklamıştır. Rusya, diktatörlüğün uygulamalarına âdetâ onay verircesine silah yardımında bulunmuş ve BM’den geçen kınama bildirilerini dahi veto etmiştir.
Rejim halkı silahlanmaya itti
Suriye krizine, bilinen ilk dış müdahale, İran ve kontrolündeki aktörler tarafından, erken dönemlerde yapılan açıklamalardır. Suriye’de yabancı savaşçıların çatışmalara dâhil olduğuna yönelik ilk raporlar ve belgeler, Hizbullah ve Iraklı Şii militan gruplara işaret etmektedir. Ayrıca, rejime İran ve Rusya tarafından yapılan silah sevkiyatları, savaşta Suriye’deki taraflara yapıldığı bilinen ilk silah yardımıdır. Rejimin politikası halkı silahlı savunmaya itmiştir. İlk protestonun başladığı 11 Şubat 2011 ile silahlı mücâdele yürüteceğini açıklayan ilk grup olan ÖSO’nun kurulduğu 29 Temmuz 2011 arasındaki dönem, barışçıl protestolar dönemi olarak adlandırılabilir. Bu tarih aralığı, rejimin reform yolunu tercih edebilecekken bunu yapmayıp halkı baskıyla sindirmek istediğini ve devrimin silahlı isyana dönüşümüne sebep olduğunu göstermektedir. ÖSO, kendisini Suriye halkının ordusu olarak tanımlamış ve hedefinin de saldırı değil savunma olduğunu ilan etmiştir. Rejim, İran ve Hizbullah’tan savaşçı ve silah desteği, Rusya’dan siyâsî destek ve silah alırken, ÖSO başlangıçta sadece yerli unsurlardan oluşmuştur. İran, Lübnan, Suudi Arabistan gibi ülkeler ve bu ülkelerdeki Şii ve Sünni yapılar Suriye’de birbiriyle savaşıyor olsa da tümünün -Irak hariç- savaşın kendi ülkeleri dışında gerçekleşmesi yönünde bir arzularının olduğu göze çarpmaktadır. Bu durumu İran’ın, Irak’ta generallerini ve ordusunu seferber ederek savaşa katılması değiştirmiştir. İran buna ek olarak Yemen’e askeri uzmanlar göndermiş, Suriye’ye ise binlerce askerden oluşan birlikler sevk etmiştir. İran ayrıca Şii terör gruplarını da donatıp Suriye ve Irak’a sevk etmektedir. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin, İran’ın artan gücünün bir gün kendi topraklarındaki Şii nüfusu harekete geçirip onlar için de varoluşsal bir tehdit olacağını anlamaları için İran’a bağlı güçlerin Yemen’de ülkeyi ele geçirmesi gerekmiştir. Ancak şimdilik Yemen’de, İran’a “Dur” diyen Arap ülkelerinin, Suriye’de “Aynen devâm” politikası izlediklerini söylemeyi engelleyecek herhangi bir somut adım hala atılmış değildir. Suudi Arabistan ve Türkiye’nin son dönemde Lübnan’da Hizbullah, Irak ve Suriye’de ise Şii gruplara yönelik açıktan eleştiri ve önlemleri ile Türkiye’nin PKK hedeflerini obüslerle vurması, muhalefeti destekleyen ülkelerin en somut askeri adımları olarak değerlendirilebilir. Suudi Arabistan’ın İncirlik üssüne konuşlandırdığı savaş uçakları da bu açıdan kayda değer bir gelişmedir. Uluslararası toplum, bilinçli mi yoksa yanlış politikalar nedeniyle mi gerçekleştiği konusunu tartışmaya açacak biçimde Esed rejiminin çıkarlarına yarayan politikalar yürütmüştür. Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Lakhdar Brahimi, Temmuz 2013’te verdiği bir röportajda, Suriye krizinin bir çıkmaza gittiğine değinerek tek çözüm yolunun tarafların ikisine de silah akışını durdurmak olduğunu açıklamıştır. Brahimi, rejimin elinde kitle imha silahları da dâhil her türlü ağır silah, uçak ve helikopter varken, muhaliflere zaten uygulanan silah ambargosunun daha da derinleştirilmesinin büyük bir katliama da neden olacağını dile getirmemiştir. Bütün silah ambargolarına, uluslararası kararlara ve kınamalara rağmen Suriye muhalefetine giden en küçük hafif silah sevkiyatları bile engellenirken, Rusya ve İran, Suriye’ye büyük oranlarda silah, roket, mühimmat ve patlayıcı ve ağır silah göndermiş, Rusya M1-24 tipi helikopter takviyesine devâm etmiş, İran ise sivil havayolları ile rejimi desteklemeyi sürdürmüştür. Rusya 2015 Eylül ayı itibariyle Suriye’ye modern tanklar, nokta atışı yapabilen uçaklar, ağır silahlar ve askeri araçlar göndermiştir. Ayrıca halihazırda Suriye’de iki Rus askeri üssü, bir liman, onlarca uçaktan oluşan bir filo savaşa müdahil olmakta, Rus askerleri zaman zaman kara operasyonlarına katılmakta, Akdeniz’de denizaltı ve savaş gemilerinden oluşan devasa bir güç bulunmaktadır. Acı olan ise bu silah sevkiyatlarının hemen tümü Suriye rejime karşı olan Türkiye’nin İstanbul boğazından gerçekleşmiş olmasıdır. Rejime devasa oranda silah teslimatları devletler eliyle ve büyük gemiler ve kara yolu ile Irak üzerinden yapılırken, muhalifler karaborsadan büyük miktarda ödemeler yaparak basit silahlara ulaşmışlardır. Devrimin ilerleyen zamanlarında ise muhaliflere, Batı ve Körfez ülkeleri işbirliği ile verilen silah desteğinin en büyüğü bile rejime herhangi küçük çaplı bir silah sevkiyatında yapılandan çok daha azdır. 2012 ortalarından sonra ve 2013 yılı içinde muhaliflere Libya, Katar, Suudi Arabistan ve Batı ülkeleri tarafından örtülü programlarla yapılan çeşitli silah sevkiyatları ile ilgili pek çok rapor ve haber yayınlanmıştır. Ancak bu ülkelerin hiçbiri silah sevkiyatlarını resmen kabul etmemiştir. ABD ve İngiltere, muhaliflere yardımlarını birkaç özel durum dışında sürekli öldürücü olmayan destek ve lojistik malzemesiyle sınırlı tutmuştur. Bu özel durumlar ise genelde rejime karşı değil güçlenen İslâmi muhaliflere karşı dengeleme politikalarıyla ilgili olmuştur. Lübnan ordusunun 23 Nisan 2012’de durdurduğu bir gemide Suriye’ye gitmekte olan Libya menşeli silahlar ortaya çıkmıştır. Muhalefeti destekleyen güçler ya muhalifleri muhaliflere (İslami Hareketlere) karşı desteklemiş ya da savaşın seyrini değiştirmeyecek basit silahlar vermişlerdir. BM Güvenlik Konseyi, sadece beş ülkenin sahip olduğu veto yetkisi dolayısıyla halkını katleden Esed yönetiminin âdetâ garantisi olmuştur. Suriye’ye yaptırımlar uygulanması ile ilgili oylamalar Temmuz 2012’de üçüncü kez Rusya ve Çin’in vetosu ile karşılaşmış bu da Esed rejiminin devâmı konusunda bu iki gücün ısrarını gösteren önemli bir işaret sayılmıştır. Oylamanın veto ile sonuçlanması, Esed rejimini de cesaretlendirmiştir. 2013 ve 2014 yılında da bir dizi oylama yine Rusya ve Çin tarafından veto edilmiştir. Batı ülkeleri BM oylamalarında “Koruma Sorumluluğuna” vurgu yaparken Rusya ve Çin “Uluslararası ilişkilerde diğer ülkelerin iç işlerine müdahalede bulunmama” ilkesine vurgu yaparak Esed rejimini korumaktadırlar. Ancak Çin; Tayvan’ın, Rusya; Çeçenistan ve Ukrayna’nın iç işlerine karışırken bu BM maddesini görmezden gelmektedir. Arap Baharı’nın, Batı tarafından arzulandığı üzere bir İslâmi sekülerleşmeyi değil de İslâmi hareketleri güçlendirmesi, kilit, küresel ve bölgesel oyuncuların politikalarını değiştirmelerine neden olmuştur. Bu da onları ilan etmiş olmasalar da Rusya ve Çin tarafından Arap Baharı’nın başlangıcında dile getirilen kaygıların haklı olduğu düşüncesine itmiştir. Bu iki ülke, özellikle de Rusya bu baharın etkilerinin kontrol edilemez hale dönüşebileceği ve onların niteleme ve karalama kavramlarıyla “İslâmi köktendinciliği” güçlendirebileceği endişesini, sık sık Libya’yı örnek vererek dile getirmiştir.
Bir varoluş savaşı
Yine de Libya’daki itirazcı tutumuna rağmen Rusya’nın, Suriye krizinde kendi çıkarlarını çok daha fazla tehdit altında hissedip buna göre politikalarını daha çok sertleştirdiği, ancak başlangıçta Arap Baharı’nı destekleyen İran gibi bir çelişkiye sahip olmadığı gözlenebilir. Suriye’de gelinen noktada yaşanan iç savaş dış aktörler için bir vekalet savaşı, iç aktörler içinse “Her biri mağlup olması durumunda büyük intikam saldırılarının hedefi olacağını bildiği için” bir varoluş savaşı haline gelmiştir. Suriye savaşı rejimle halk arasında yaşanan yaygın çatışma sebebiyle bir iç savaş, birbirinden farklı bölgesel ve küresel güçlerin dahli nedeniyle vekâlet savaşıdır. Kürt halkının genelinin iradesi dışında Esed rejimi, İsrail, ABD ve Batı tarafından desteklenen PYD ile Araplar arasındaki savaş nedeniyle etnik bir savaş, Alevilerle Sünniler arasında yaşanan çatışma dolayısıyla da bir mezhep savaşı olarak değerlendirilebilir. Yine de küresel ve bölgesel güçlerin Suriye’de çatışmayı mezhepleştirme etkileri fazla abartılmaktadır. Suriye’nin zaten târîhî ihtilaflar da sayılmazsa en az 40 yıllık Alevi-mezhepçi politikaları ülkeyi yeterince bölmüştür. Her savaş ve/ya çatışma, genel itibâriyle “küresel”, “bölgesel” ve “yerel” olmak üzere üç taksim üzerinden ele alınabilir. Suriye savaşı ise yerel bir savaş, bölgesel bir kriz ve küresel bir rekabeti ifade eder. Beşinci yılına giren Suriye savaşında, Batı ülkelerinin politikalarının Suriye’de gerçekleşen günübirlik katliamları durdurmak değil, çatışmanın etkilerinin Suriye en azından Ortadoğu ile sınırlı tutulmasına ve kendi çıkarlarına zarar vermemesine odaklandığını söylemek mümkündür. ABD ve Batı, Esed’in devrilmesini ne kadar isterse istesin, İsrail başta olmak üzere bölgedeki müttefiklerinin güvenliğine bir tehdit oluşturmaması için seküler muhalifleri stratejik silahlarla donatmayı tercih etmeyeceklerdir. Hafif silahlarla donanımlı muhalifler ise Esed rejimi karşısında fazla tutunamadıkları için gerek rejimden ele geçirdikleri ağır silahları kullanmaları, gerek gerilla tecrübeleri, gerekse de motivasyonları açısından cihat hareketleri laik muhaliflerden daha fazla etkinlik kazanacaktır. Beş yıllık iç savaş tecrübesi de bu tespiti doğrulamaktadır. ABD ve Rusya’nın Suriye konusunda aslında prensipte anlaşmalı olduğu, geriye sadece ‘kimin terörist kabul edilip kimin kabul edilmeyeceği ve en kötülerin’ belirlenmesinin kaldığını söylemek mümkündür. Nitekim kimin gerçekten terörist kabul edileceği yönlü tartışmaların yapıldığı zemin incelendiğinde PYD/PKK’nın terörist mi özgürlük savaşçısı mı olduğu yönünde yaşanan tartışmaların tamamen çıkar yönlü ve çifte standartlı olduğu görülür. Bir NATO ülkesi olan ve PKK yüzünden 40 yıl büyük bedeller ödeyen Türkiye’nin öncelikli düşmanına, müttefiki ülkelerin silah desteği ve siyasi-finansal yatırımları, bu çifte standardı gözler önüne sermektedir. Aynı standardın söz konusu barış olduğunda da devam ettiği gözlenmektedir.
Ateşkesin amacı ne?
Geçtiğimiz haftalarda ilan edildiği iddia edilen ateşkes anlaşması, sorunun Suriye muhalefetindeki gerçek taraflarını, Ahraru’ş-Şam Hareketi başta olmak üzere diğer İslâmi hareketleri devre dışı bırakarak muhalefeti bölmeyi amaçlamıştır. Ateşkesi kabul eden muhalifler diğer muhalif grupların ateşkes dışı bırakılması nedeniyle onların hedef alınmasına adeta onay vermişler, bu da bölünmeleri artırmıştır. Bununla beraber uluslararası güçlerin hedef alacağını söylediği grupların vurulması da meşru hale getirilmeye çalışılmış, Türkiye’nin ise PKK’yı hedef alması geçici olarak engellenmiştir. Suriye devrimi başından bu yana uluslararası güçler açısından adeta bir Tiyatro gibi değerlendirilmiştir ve ateşkes de bunun bir parçasıdır. Ateşkese sanki Rusya ve ABD savaşıyormuş gibi bu iki güç karar vermiştir. ABD ve Batı güçlerinin Akdeniz’de ve diğer civar bölgelerdeki askeri üslerde bulundurdukları askeri güçler, halkının yarısını mülteci konumuna düşürüp 450 bin masum insanı katleden Esed rejimine karşı değil, İslâmi gruplara ve DAEŞ’e yönelik olarak mobilize edilmiştir. Oysa rejim, insan hakları kurumlarının da verilerine göre DAEŞ’ten en iyimser rakamlarla 200 kat daha fazla sivil katliamına karışmıştır ve her türlü terörizmin kaynağı durumundadır. Kimin terörist olarak kabul edileceğine de kendi çıkarları doğrultusunda ve Türkiye gibi komşu ve müttefik ülkelerin ulusal güvenlik endişelerini önemsemeden karar vermişlerdir. Rusya ve rejim süreç içinde her gün ortalama 30 kez ateşkesi ihlal etmiştir. Suriye muhalefetinin ana damarını neredeyse yüzde 90 oranında İslâmi muhalefet oluşturmaktadır ve ateşkes de sadece yüzde 10’luk bir kesimi içermiştir. Dolayısıyla bu ateşkesin sorunu çözmeye yardımcı olmayacağı açıktır.