Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Kaideyi kaybetmek
Hiç kimse gerçeği olduğu gibi görme kabiliyetini yitirmiş gözlerle hayata bakıyor olmayı istemez. Bu dosdoğru bakamıyor olmakla, yani olduğu gibi göremiyor olmakla aynı şeydir çünkü. Göremediğini bildiğin sürece görememek bir eksikliktir ve fakat doğrudan yanlışa sevk etmez insanı. Ancak görüyor ama gördüğümüzün gerçeğin ta kendisi olmadığını bilemiyorsak bunun adı gaflettir.
Hemen hepimiz güya daha fazlasını görmek üzere sanal gerçekliklere çeviriyoruz bakışlarımızı bugün. Gördüğümüzü düşündüğümüz şeyler aslında bize gösterilen şeyler... Yani anladığımızı sandığımız şeyler, aslında bize anlatılan şeyler... Doğruluğu bize anlatanların insafına kalmış, bizim kontrolümüzde olmayan şeyler... Anlayabildiğimiz kadar düşünebildiğimize ve bunun aksi mümkün olmadığına göre, düşüncelerimiz de büyük ölçüde bize ait değil o halde. Yani zihinlerimiz bize ait olmayan kurgu ve kalıplarla, bize ait olmayan düşünceleri gezdiriyor içlerinde.
Bizi eğlendirsin diye, daha doğru bir deyişle bizi oyalasın diye -ki böyle şeylere ihtiyacımız olduğuna inandırdılar önce bizi- sanal gerçeklikler satın alıyoruz hepimiz. Yani biz müşterisiyiz bu güdüm tezgahlarının, hem de gönüllü müşterisi... Bir bedel karşılığında bizim oluyor bunların hepsi. Hem maddi bedelleri var bu sanal gerçekliklerin hem de bahis konusu ettiğimiz gibi zihinsel bedelleri...
Hayatın asli kaidesi ve kadim hayat bilgisi bize hayatın doğal seyri içinde ulaşan şeylerde aranıp bulunmalı. Çünkü hayatça konuşan sadece hayatın kendisi... Hayatın sesi, aslında hayatın ve ‘hakikat’in sahibinin sesi... Müşterisi olduğumuz sanal gerçekliklerse, adları üstünde, bize o ‘hakikat’in dönüştürülmüş ve nefsanî cazibesi arttırılmış tasarımlarını sunuyor. Böyle olmak zorunda; çünkü sanal gerçeklikleri kurgulayanlar, ancak bu şekilde gözümüzü gerçekten alıp sanal gerçeğe çevirebilir, bizi peşlerine takabilir, daimi müşterileri olarak portföylerinde tutabilirler.
Bugün en hayati meselelere bakarken bile, büyük bir kısmımız hazır kalıp düşüncelerle yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. En yakınımızdaki, bizi en zayıf yerimizden yakalamak üzere kurgulanmış ezberlerle ve bu ezberlerden hiç şüphe etmeden, üstlerinde düşünmeye hiç gerek duymadan yol alıyoruz. Bu körlemesine bir gidiş tabiatıyla... Hal böyle olunca; yol alırken başkalarının bizimkilerden farklı ezberleriyle tokuşmamız kaçınılmaz oluyor. Taraflar, kendi seslendirdiği, sahiplendiği, ihtirasla savunduğu ezberlerinden hiç şüphe etmediği, onları önceden hiç bir muhakemeden de geçirmediği için ‘çatışma’ hayatın en temel dinamiği haline geliyor. Bizi müşterisi kılanların en sevdiği atmosfer de bu kör dövüşü atmosferi işte... Bunu özellikle kışkırtıyor, teşvik ediyorlar. Çatışan kitleler, ahenkli topluluklardan daha kârlı çünkü. Nefsaniyetin ticareti çok mümkün, insaniyetinki pek öyle değil!
Hemen bir kenara çekilip, bu arızayı başkalarının üstüne yapıştırmaya çalışmayalım. Çatışma kültürünün yakıtı bu: Yanlışları, hataları, günahları, zayıflıkları, ahlaksızlıkları, çapsızlıkları, seviyesizlikleri, cahillikleri hep başkalarının üstünde görmek... Bu çatışma kültürünün içinde olan herkes; muhakemenin, muhasebenin, aklıselimin, hakkaniyetin ve faziletin içinde kendine yer bulamadığı bu hakikatten uzak ortamın doğrudan suçlusu... En temel ve aslında yegane kaideyi kaybeden herkes, neyi savunuyor olursa olsun, bu sanal gerçeklik dünyasının muhteris bir cengaveri... Bu kültürü yaşatan herkes, yani büyük çoğunluğumuz suçlu bu işte... Çünkü bu ortamın kendisi, hakikatin üstünü örtmekten öte bir şeye hizmet etmiyor.
Kaideyi kaybedenin hakikati de kaybetmesi kaçınılmaz. Aklıselim ihtiraslardan, nefsaniyetten, ‘benbilirim’cilikten uzak tutar insanı. Bunlardan uzak değilsek, kaideyi kaybetmiş, sanal gerçekliğin kollarına düşmüşüz demektir.