Genelkurmay Başkanı çok uzun sayılmayacak bir ara verdikten sonra yeniden kamuoyuna demeç vermeye başlıyor. Demeçlerinin teması baştan belli: medyada Silâhlı Kuvvetler hakkında eleştirel haber veya değerlendirmelerin yer alması
Evet, öyle oluyor. Öyle olduğunu belki de “cin şişeden çıktı” deyimiyle anlatmak yerinde olur. Çünkü bu deyim, cinin şişeye geri dönmeyeceğini de ima eder. Görebildiğim kadarıyla, başlayan bu eleştirinin, daha doğrusu “eleştirelliğin” de duracağı yok –Bir askerî darbe olmadıkça.
Duracağı yok, çünkü Türkiye bir “kışla” olmaktan çıkıp bir “toplum” olmaya başlıyor. “Toplum” olabilmeyi başarmış insan topluluklarında tabu olmaz; dolayısıyla “tabu konu”, “tabu kişi”, “tabu kurum” da olmaz. Birilerinin pek sevdiği terimle “çağdaş” olmanın belirleyici ölçütü, tam da budur: hiç bir kurumun eleştiriye karşı bağışık olmaması...
Ama bu temel kurala eşlik eden başka etkenler var. Bunların başında, değindiğim bu “dönüş”ün, serbestleşmenin “gecikmiş”liği geliyor. En azından cumhuriyet kuruldu kurulalı, eleştiriden en az nasibini almış kurum ordudur. Bunun böyle olmasını sağlayan çeşitli yasalar vardır, ama yasadan daha etkilisi, gayrı resmî, yazısız kurallardır. Bu konuda ağız açmanın insanın başına ne gibi belâlar getireceğini hepimiz bir şekilde –ya da bin bir şekilde öğreniriz. Dolayısıyla, şimdi, tarihin şu evresinde, bir yana doğru çekildikçe çekilmiş, uzadıkça uzamış bir lastiğin birdenbire boşalmasını, serbest kalmasını andıran bir durum var: bunca yıldır susturulmanın birikimi.
Tabii bir de ordunun kendisi, ordunun davranışları, davranış tarzı sözkonusu. Bu ülkede ne varsa, ne olmuşsa, içinden asker çıkıyor. Kuruluşun askerîliği yetmemiş, çok-partili düzene geçildiği andan itibaren, “askerî darbe” siyasî takvimde şaşmaz bir yer edinmiş: dört yılda bir şubatın 29 gün olması gibi bir şey, Türkiye’de askerî darbe...
Tarihin her santimetre karesinde askeriyenin izi var; ama bu yüzyıllık yapıya baktığınızda, bir “sanat şaheseri” görmüyorsunuz. Hukuk, adalet, şu bu, bunlar en fazla “adı var, kendi yok” kavramlar. Yapması gerekeni yapmayan, yapmaması gerekeni inatla yapan kurumlar. Son olarak da, yaralı bereli, ta içinden örselenmiş bir toplum. Bu manzarayı, askerin manzaraya katkısından bağımsız bir şekilde görmek mümkün değil. Üstelik, öyle olmuş bitmiş bir “manzara”ya bakmıyoruz; her an yeni bir şey eklenen bir manzara bu –sözgelişi Genelkurmay Başkanı’nın Trabzon’da ve bir savaş gemisinde yaptığı son konuşma gibi.
Burada özetlediğim tarihin şu şimdiki evresine İlker Başbuğ’un denk gelmiş olması, kendisi açısından bir “talihsizlik” gibi görülebilir. Kendinden önceki genelkurmay başkanlarının yüksek sesle söylenmesine şahit olmadıkları sözleri o işitiyor. Ama bu da öznel bir yorum ve seçim konusu. Bir başka birey bunu “talihlilik” olarak da görebilirdi. Toplumun nihayet sahiden toplum olduğu, ordusunu da normal bir toplumun ordusu olmaya davet ettiği bir aşamada görev yapıyor olmaktan mutlu olacak biri de olabilirdi. Ama şimdiye kadar gördüğümüz İlker Başbuğ böyle bir varoluştan mutluluk duyacak biri olmadığını yeterince açık biçimde gösterdi. Şu an başında bulunduğu kurum alışık olduğu şekilde varolmaya devam etsin diye toplumun da kendi kurumlarını sorgulayacak olgunluğa ulaşmamış bir toplum halinde kalmasını tercih ediyor. Bu belli.
Ama bu, olacak şey değil.
TARAF