Doç. Dr. Emine Keskiner / Sabite
Gençlerde inanç problemlerinin nedenleri ve çözüm önerileri
Kutsal kitaplarda ilk insanlardan bu yana var olduğunu okuduğumuz inananlar ve inanmayanlar arasındaki mücadelenin, Batı’da Aydınlanma çağıyla birlikte din ve bilim, akıl ve inanç çatışması üzerinden devam ettiği görülmektedir. Kilisenin Orta Çağda iktidarını sürdürebilmek için takip ettiği baskıcı uygulamalara karşı başlatılan mücadele, zamanla bazı düşünürlerce tek gerçeğin madde olduğu (materyalizm) ve bilimdeki gelişmelerle Tanrı inancının dahi tamamen ortadan kalkacağının iddia edilmesine kadar uzanmıştır. Batı’daki arayışlar ve meydan okumalar, 18.yy’dan itibaren girdiğimiz Batılılaşma serüveniyle birlikte ister istemez ülkemize de yansımış, memleketi kurtarmak için Avrupa’ya gönderilen bazı Osmanlılar materyalist fikirleri olduğu gibi almakta tereddüt etmemiş, kurtuluş reçetesi olarak gündeme getirmekte beis görmemişlerdir. Bu görüşlerin yabancı okullarda ve bazı yeni açılan okullarda etkili olması tahsil düzeyi yüksek insanlar arasında dinsel inançlara uzak, kayıtsız ya da karşıt düşüncelerin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Söz konusu düşünceler, dinî öğretim yapan kurumların ıslahında görülen gecikme ve belirsizlikler nedeniyle din eğitiminin etkisini kaybetmeye başlaması ve Cumhuriyet’in ilanını takip eden on yıl içinde örgün eğitimin tamamen dışında bırakılmasıyla belli bir kesim tarafından sorgulanamaz, aksi düşünülemez gerçekler olarak savunulmaya başlanmıştır. Bu süreçte bir kısım insanımızın dinî inançlara yaklaşımının Batılı materyalist aydınlardan hiçbir farkı olmadığını ileri sürmek abartı olmayacaktır. Kendilerini aklın ve bilimin savunucusu olarak kabul eden bu kişilerin dinsel inançların devrinin kapandığı, çağdaş insanın aklın ve bilimin rehberliğinde yoluna devam etmesi gerektiği yönündeki söylemleri, bazı çevrelerde dinî inançların akılla bağdaşmadığı, geri kalmışlığın sebebinin bu inançlar olduğu yönünde bir algının oluşmasına zemin teşkil etmiştir. 1949’dan itibaren orta ve yüksek öğretim düzeyinde din eğitimi veren kurumların yeniden açılması ve din derslerinin ilk ve orta dereceli okul programlarına kademeli olarak yeniden konulmasıyla dinî inançların ilerlemeye mani olmadığını, birey ve toplum için önemini savunan düşünceler yeniden duyulmaya başlanmıştır. Bununla birlikte sekülerizmin (dünyevileşmenin) Batı’da olduğu kadar olmasa da ülkemizde de etkili olduğu bir gerçektir.
Yakın tarihli araştırma sonuçlarına göre dünya genelinde 500 milyon civarında olan inançsızlar, sayıca Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Hindulardan hemen sonra gelmektedirler(i). Ülkemizde ise, 2021’de gerçekleştirilen bir araştırmaya göre kendini ‘ateist’ olarak tanımlayanlar yüzde 4, ‘inançsız’ olarak tanımlayanlar yüzde 4,1 oranındadır(ii).Dünyanın neredeyse küresel bir köy haline geldiğini, farklı toplumlar arasındaki iletişim ve etkileşimin baş döndürücü bir hızla arttığını düşündüğümüzde bu sonuçlar çok da şaşırtıcı değildir. İletişimde yaşanan gelişmeler içinde bulunduğumuz postmodern döneme ait her türlü büyük anlatının ve otoritenin reddi, hakikatin parçalanması, bireysel özgürlük arzusunun baskın bir hale gelmesi, dinî ve millî kimliklerin zayıflaması, değer tercihlerinin farklılaşması gibi olguların dünyanın hemen her yerinde görülmesini kolaylaştırmıştır(iii).
Bununla birlikte zikrettiğimiz sonuçları sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz için inancın soyut bir kavram olduğu, dolayısıyla insanların bu kavrama farklı anlamlar yükleyebildikleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durum sadece kişinin kendini tanımlaması için geçerli olmayıp aynı zamanda diğer insanların o kişiyi algılama biçimleri için de geçerlidir. Kendini inançlı olarak tanımlayan biri, başkası tarafından pekala inançsız olarak görülebilir. Burada dinî inanç kavramının mahiyetini de dikkate almamız gerekmektedir. Çünkü inanç kavramıyla kastedilen çoğunlukla dinî inançlardır. Belirli bir dinî inanca mensup olmak demek varlık, insan ve bilgi başta olmak üzere hayata dair muayyen bir bakış açısına sahip olmak anlamına gelir. Halbuki insanların kendileri dışındakileri inançlı ya da inançsız olarak nitelendirirken, genellikle o kişilerin inançlarının eylemlerine yansıyıp yansımamasına ya da yansıma oranına baktığı anlaşılmaktadır.
Günümüzde okullaşmanın dinî inançlar üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğu yönündeki kanaat gitgide güçlenmektedir. Nitekim ergenlik döneminde özellikle erkeklerde görülen dinî şüphelerin oluşmasında, çoğunlukla alınan eğitimin etkili olduğunu gösteren araştırma sonuçları mevcuttur(iv).
Bilindiği üzere Sanayi Devrimiyle birlikte kitlelerin eğitimine geçilmiştir. Yazımızın giriş kısmında da değindiğimiz üzere bu süreçte kendisini dinî inançların karşısında konumlandıran bakış açısı okullaşma üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Öyle ki; yeni açılan okullarda ya tarafsızlık adına dine hiç yer verilmemiş ya da din dersi derslerden herhangi bir derse dönüştürülmüştür. Geçmişten bugüne ülkemizdeki okullarda bu iki uygulamaya da rastlanmakla beraber asıl önemli olanın tabir-i caizse bu dersin bir türlü rahat bırakılmaması(!) olduğunu düşünmekteyiz. Din derslerinin meşruiyetinin laiklik, ilericilik-gericilik, insan hakları v.b. bağlamlarda sık sık tartışma konusu edilmesi bu görüşümüzü desteklemektedir. Zaman zaman okulların içinde de kimi öğretmenler tarafından çağdaşlık ve bilimsellik adına dinin gerçek dışı, patalojik, cezalandırıcı, sömürücü vb. olduğunu iddia eden görüşlerin dillendirildiği bilinmektedir. Çocuk ve gençlerin, günlerinin büyük bölümünü geçirdikleri ortam olan okullardaki bu tarz söylemlerden etkilenmemelerini beklemek, insan doğasına aykırı bir durumdur.
İnsan yetiştirme konusunda oldukça etkili olsalar da okulların dinî inançlara uzak, kayıtsız ve karşıt düşüncelerin oluşumunda tek neden olduğunu söylemek yanlış olur. Özellikle sosyal ve sanal çevrenin konuyla ilgili etkileri göz ardı edilemez. Televizyonun evlere girmesiyle başlayan aile fertlerinin dünyevileşme yönünde toplu halde dönüşüm süreci, cep telefonu ve tabletlerle birebir dönüşüme evrilmiştir. Yetişkinlerin bile rüzgarına kapıldığı sosyal medya mecralarında kuşkusuz en savunmasız olanlar çocuklardır. Bu mecraların doğrudan ya da dolaylı ‘ye, iç, eğlen, göster/yayınla’ v.b. mesajlarına yoğun bir şekilde maruz kalan çocukların ve gençlerin çoğunun hızla dünyevileşmesinde, dolayısıyla dinî inançlara karşı ilgisizleşmelerinde şaşılacak pek bir şey yoktur. Sanal ortamın çocuk ve gençler üzerindeki etkisi sadece ilgisizleştirmekle sınırlı değildir. Zira ilahi dinlerdeki inancın özünü oluşturan Tanrı’nın varlığını, gücünü, merhametini vb. sorgulatan uyaranlarla gençler arasındaki mesafe bir ‘tık’a inmiştir. Böylelikle söz konusu sorgulamalara hazırlıksız yakalanan ve çevresinde bu sorgulamalarla başa çıkma konusunda yeterli desteği bulamayan gençlerin bir kısmının anne babalarının inancından uzaklaşması veya karşısında yer alması da mümkün olabilmektedir.
Dinî inançla ilgili takınılan ilgisiz, kayıtsız veya olumsuz tutum ve tavırları sadece haricî nedenlerle açıklamaya çalışmak da uygun değildir. Bir insanın hayatının belli bir evresinde içine doğduğu dinin önermelerinden şüphe duyması olası bir durumdur. Mehmedoğlu’nun da belirttiği üzere, birey zihinsel açıdan mensubu olduğu dinin öğretilerinin ve inanç esaslarının kesinlikle doğru olup olmadığını bilmek isteyebilir. Ayrıca duygusal açıdan inanılana neden güven duymak ve kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda olduğunu da sorgulayabilir. Dinî şüphe olarak isimlendirilen bu durumun daha ileri bir inanç aşamasına geçmeye yol açması ihtimali olduğu gibi inançsızlığın ilk adımını teşkil etme ihtimali de vardır(v). Bununla beraber insanların çoğu, dinî şüpheyi genellikle inançsızlıkla ilişkilendirme eğilimindedirler. Dinî şüphenin nasıl oluştuğu ve türlerine dair yapılan araştırmalardan hareketle Hökelekli, belli başlı altı çeşit şüpheden bahseder. Bunlardan birincisi, daha çok çocukluk döneminde görülen, dinî bilgi ve kavramların gerçekliğini ve sebeplerini anlamaya yönelik, eleştiri ve itiraz niyeti taşımayan arayış şüphesidir. İkincisi, inancı istediklerine ulaşmak için araç olarak benimseyenlerin, beklediği karşılığı alamamalarından kaynaklanan bencillik şüphesidir. Üçüncüsü, kişinin inancının gereğini yerine getirip getiremediğinden kuşkulanması anlamına gelen sadakat şüphesi olup inanç açısından bakıldığında olumlu bir şüphedir. Dördüncüsü, inancın kabul edilip onaylanabilmesi için bilimsel olarak açıklanabilmesi ve bilimin verileriyle çelişmemesi gerektiği varsayımına dayanan bilimsel şüphedir. Beşincisi, akılcı düşünce alışkanlıklarına sahip kişiler arasında görülen, dinin bazı kavramlarının sorgulanması şeklinde gerçekleşen kavramsal şüphedir. Altıncısı ise, amaçları inançsızlıklarını haklı çıkarmak olan, herhangi bir şekilde hakikate ulaşma niyeti olmayan insanlarda rastlanan inkarcı şüphedir. Mehmedoğlu, bu şüphe çeşitlerine günümüzde öne çıktığı görülen algısal şüpheyi de ekler. Algısal şüphe, Tanrı tasavvuruna bağlı olarak ortaya çıkan bir şüphe olup, dünyada görülen kötülüklerden hareketle Tanrı’nın varlığını ya da gücünü sorgulamak bu şüphe kapsamındadır(vi).
Konunun uzmanlarının yazdıklarından kısaca özetlediğimiz bu satırlar, şüphenin sadece inançsızlıkla ilişkilendirilmesinin doğru olmadığını göstermektedir.
Gençlerde görülen dinî şüphelerde, içinde bulunulan gelişim döneminin etkilerinin de dikkate alınması isabetli olacaktır. Bir kısım ergenlerde görülen şüphenin kaynağının inanılan değer değil, bireyin içinde bulunduğu gelişim evresi olduğunu belirten Kayıklık, bu şüpheden ‘ergenlik şüphesi’ olarak bahsedilebileceğini söyler(vii). Ergenlerin en çok şüphe duyup sorguladığı konu başlıklarının ise şunlar olduğu ifade edilmektedir: Kötülük problemi (beklenmedik ölümler, engellilik, ekonomik yoksunluklar, bireysel acılar, tacizler, tecavüzler vs.), ateist olsa bile iyi insanların neden cennete giremeyeceği meselesi; melek, cin, şeytan gibi metafizik varlıklara eleştirel yaklaşım, büyüsel-mitik uygulamalarla kitabî din arasında yaşanan bocalamalar, diğer din ve mezheplere yönelik ilgiler, geleneksel dine yönelik tenkitler, yeni dinsel ve manevî arayışlar, duanın işlevselliği problemi vb. Konuyla ilgili birçok araştırmaya imza atan Yapıcı, gençlerin dine ve dindarlara yönelik eleştirilerinin bir kısmının şüphe, bir kısmının deist ve ateist eğilimler içerdiğini söylemekle beraber büyük bir kısmının ya geleneksel dine sığınarak huzur aradıklarını ya da dinî inanç ve uygulamaları sorgulayarak taklidî inançtan tahkiki inanca doğru yöneldiklerini belirtmektedir(viii).
Bu tespit ve veriler din eğitimi açısından son derece önemlidir.
Anne babalar başta olmak üzere bu durumu dert edinen tüm insanlar, gençlerin inançlarıyla ilgili sorgulamaları karşısında paniğe kapılarak bağırıp çağırmak, ümitsizliğe kapılmak gibi olumsuz tutum ve davranışlar göstermek yerine, gençlerin sorgulamalarının onları tahkiki imana götürebilmesi için ne yapmaları gerektiğine kafa yormalıdırlar. Birçok anne baba için böyle bir durumla baş etmenin zorluğu ortadadır. Bu nedenle örgün ve yaygın din eğitiminde görev alanların onları bu konuda desteklemeleri gerekir. Din eğitimi verenlerin, ebeveynlere sağlıklı ve yeterli bir şekilde destek olabilmeleri ise konuyla ilgili gerekli altyapılarının yani eğitimlerinin olmasıyla mümkündür. Bunun için, din eğitimcisi yetiştiren kurumlarda, gençlerin günümüzde geçmişe nazaran çok daha kolay maruz kaldığı din karşıtı akımlarca kullanılan argümanlara ve bu argümanlarla mücadele yollarına yer verilmesi hayati önem taşımaktadır. Zaman zaman dillendirildiğine şahit olduğumuz, yüksek din öğretiminde din karşıtı akımların görüşlerinin okutulması durumunda bu kurumlarda öğrenim gören bazı öğrencilerin olumsuz etkilenebileceği gibi bir endişenin bu gerekliliğin önünü kesmesine müsaade edilmemelidir. İlahiyat Fakültelerinin amacı sadece kendi öğrencilerinin imanını korumak gibi düşünülmemelidir ki haberdar etmemek şeklinde bir korumanın ne kadar ve nereye kadar etkili olacağı şüphelidir.
Günümüzde bir şeyi bilmenin karşı tarafa öğretmek, etkili bir şekilde iletmek için yeterli olmadığı sıkça ifade edilen hususlar arasındadır. Bu bağlamda dinle ilgili en çok gündeme gelen konu, verilen mesajlarda kullanılan dildir. Dinin mesajlarını yaymaya çalışan insanların çoğu tarafından tercih edilen dilin, günümüz insanına ne ölçüde hitap ettiği tartışmalıdır. Terğib ve terhibin (teşvik etme ve korkutma) geçmişte olduğu gibi günümüzde de çokça tercih edildiği görülmektedir. Oysa inançla ilgili sorgulamaları olanları, sorun yaşayanları korkutarak sakındırmaya çalışmanın işe yarayacağını düşünmek yanıltıcıdır. Böyle kişileri makuliyet esasına riayet ederek ikna etmeye çalışmak daha etkili bir yoldur. Vermeye çalıştığımız mesajların hedef kitlemize ne ölçüde ulaştığı alınacak geribildirimlerle kontrol edilmeli, sağlıklı bir iletişim ve etkileşimin kurulabilmesi için gerekli düzeltmeler yapılmalıdır. Kuşatması altında olduğumuz farklı medya türlerinde dinî inançları yok sayan, onları değersizleştirmeye çalışan içeriklerin yanı sıra dinî inançları savunan içerikler de yer almaktadır. Ancak dinî inançları kazandırmaya ve korumaya çalışan içeriklerin çocuklar ve gençler üzerinde etkili olabilmesi için kullanılan dil ve üslubun ivedilikle güncellenmesine ihtiyaç vardır. Hedef kitlenin beklenti ve ihtiyaçları hesaba katılmadan paylaşılan dinî içeriklerdeki verilen kuru(!) bilgilerin çocuk ve gençlerin çoğuna hitap etme ihtimalinin pek bulunmadığı dikkate alınmalıdır.
Son olarak aile üyelerinden başlayarak gencin çevresinde gözlemlediği insanların, kendi yaşamlarında inançlarının ne ölçüde ve nasıl bir etkiye sahip olduğunun sıkça muhasebesini yapmaları gereğine işaret etmemiz gerekir. Yapıcı tarafından yapılan yakın tarihli bir araştırmada gençlerin, günümüzdeki bazı Müslümanlarını betimlerken “inancını yaşamayan”, “ibadetleri düzenli yapmayan”, “bazen dindar bazen seküler olan”, “samimiyetsiz”, “riyakâr”, “gösteriş meraklısı”, “güvenilmez”, “bencil”, “menfaatçi” ve “ahlaki değerleri yitirmiş” gibi olumsuz nitelemelerde bulundukları tespit edilmiştir(ix). Bu şekilde betimlenen kişilerin söylemleri ne kadar doğru ve düzgün olursa olsun çevresindekilere inanç konusunda olumlu bir etkide bulunma ihtimalinin oldukça düşük olduğu ortadadır. Yetişkinlerin gençlere yönlendirmede bulunmadan önce yaşamlarını inançlarına uygun bir şekilde düzenlemeye gayret etmeleri elzemdir. Sonuç olarak sağlam bir Allah inancının oluşması ve korunması, yaşadığı sürece insanın hem nefsiyle hem de başkalarıyla mücadele etmesine bağlı olup bu mücadele için sürekli teyakkuzda bulunmak gerekmektedir. Asıl önemli olan da böyle bir mücadele bilincine sahip olabilmektir.
i Kenan Sevinç, İnançsızlık Psikolojisi, İstanbul: Çamlıca Yaınları, 2017, s. 17
ii https://www.haber3.com/guncel/kondanin-dindarlik-anketi-aciklandi-haberi-6052237 (Erişim: 15.04.2022)
iii Asım Yapıcı, “Küreselleşen Dünyada Gençlik ve Gençlerde Dinî Hayat”. Peygamberimiz ve Gençlik, 83-97. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2018.
iv Seher Şimşek, Ortaöğretim Öğrencileri Arasında Yaygınlaşan Ateizm ve Deizmi Önlemede Din Eğitimin Önemi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ağrı 2018, s. 37.
v Ali Ulvi Mehmedoğlu, İnanç Psikolojisine Giriş, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2013, s.113-114.
vi Bkz. Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993, s. 197-204; Mehmedoğlu, s. 115-125.
vii Hasan Kayıklık, “Psikolojik Açıdan İnanç, İman ve Şüphe”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005, cilt: XLVI, sayı: 1, s. 152.
viii Asım Yapıcı, “Şüphe ve İnanç Kıskacında Gençlerin Din ve Dindarlık Algıları”, İlahiyat Akademi: Altı Aylık Uluslararası Akademik Araştırma Dergisi, 2020, sayı: 12, s. 2-4.
ix Yapıcı, “Şüphe ve İnanç Kıskacında…”, s. 19.