Gelenekle Hesaplaşayım Derken Modern Hastalıklara Müptela Olmak!

​​​​​​​İÜ İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Mahmut Ay bilhassa ilahiyat camiasında gelenek kültünü yıkmak adına takınılan ölçüsüz, saygısız ve de sabitesiz tutuma değindiği yazısında tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekiyor. 

“Tehlike büyüktür. Din hakkında konuşurken sevgi ve saygıdan nasibini almamış bir tavır içinde olan, ağzı bol laf yapan; ama ibadetsiz, duasız ve zikirsiz bir nesil türüyor. Geleneğiyle bağını gitgide koparan, kendi değerlerini, dolayısıyla kendisini günbegün kaybeden bu neslin, yeniden kendini bulması hiç de kolay olmayacaktır.”

Hz. Muhammed (s.a.v.) neyimiz olur?
Yrd. Doç. Dr. Mahmut AY / Yeni Şafak

Akl-ı selim sahibi ilim adamlarının, din hakkında yazarken ve konuşurken, ilmî ve uhrevî sorumluluklarını müdrik olup, bazı aykırı fikirlerin yeterli ilmî donanıma sahip olmayan insanlar üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceğini düşünerek çok hassas ve dikkatli bir dil kullanmaları beklenir. Zira bu insanlar konuşurken, bir oryantalist sıfatıyla değil, bir Müslüman sıfatıyla konuşmakta ve dahası kendilerince yanlış gördükleri inanç ve uygulamaları bir Müslüman olarak tashîh etme iddiası taşımaktadırlar.

Öncelikle, bütün samimiyet ve içtenliğimle şunu ifade etmeliyim: İslâm Dünyası, her türlü mezhepçilik, meşrepçilik ve siyâsî çıkar nedeniyle derin bir ayrışma ve kamplaşma içerisindeyken, bu ayrışma ve kamplaşmayı –gereksiz yere- daha da derinleştirecek ve enerjimizi birbirimizle uğraşmakla tüketecek her türlü eylem ve söylem, hem Rabbimiz hem de tarih nezdinde bizi büyük bir vebâle sokacaktır. Bu sebepledir ki, bu bölük-pörçüklüğün Müslümanlar olarak bizi ne kadar yaraladığını en derinden hisseden biri olarak, hasbelkader, hem fakültedeki derslerimde hem de özel derslerimde mümkün olduğunca, bu ayrışmanın tehlikelerine dikkat çekmeye çalışıyor, bizimle aynı fikre sahip olmayanları eleştirirken insafı elden bırakmamak gerektiğini telkin etmeye çalışıyorum. Zira yeterince oduncusu olan fitne ateşine bir odun da ben atmak istemiyorum. Ancak zaman zaman, “gerçekten de bu kadarı fazla!” dedirtecek ve bir itiraz yöneltmediğim takdirde hem Allah katında hem de tarih önünde vebâlden kurtulamayacağımı düşündüğüm durumlarda, “Eğer bir kötülük görürseniz, onu elinizle düzeltin. Buna gücünüz yetmezse dilinizle düzeltin. Onu da yapamazsanız hiç olmazsa kalbinizle buğzedin!” meâlindeki hadîs-i şerifi hatırlıyor ve “kardeşçe” bir şeyler söylemek veya yazmak ihtiyacı hissediyorum. Zira Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi “Her sanatkâr agora’ya inmek, hayırla şerrin savaşında ister istemez yer almak mecburiyetindedir. Fildişi kuleye kapananlar, şerrin zaferini (bilerek ya da bilmeyerek) kolaylaştırmış olurlar.” (Bu Ülke, s. 42).

VAGONLARINDAN KOPMUŞ LOKOMOTİFLER

Gelelim sadede: Yakın zamanda dinleyici olarak katıldığım “Makâsıdî Tefsire Doğru” başlıklı bir sempozyum tertip edildi. Sempozyum, Diyânet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Hoca’nın, akademisyenleri geleneğe aykırı görüşler beyan ederlerken, mümkün mertebe itidalli ve hassas davranmaya çağırdığı gayet nitelikli ve anlamlı bir açılış konuşmasıyla başladı. Birinci oturumda, tarihselci görüşleriyle bilinen bir tefsir profesörü, konuşmasının bağlamı itibariyle hiç gereği yokken şu ifadelerle başlayan bir cümle kurdu: “Muhammed’in kemikleri çürümeden önce…” Bir tefsir profesörünün ağzından bu ifadenin çıkması, bana son derece giran geldi ve -sayıları şimdilik az olan- bazı ilâhiyatçıların, din ve din büyükleri hakkında konuşurken içinde doğup büyüdükleri İslâm örfünden ve ahlâkından ne kadar uzaklaştıklarını, üniversite kürsülerinin, akademik bir dil kullanmak hevesiyle ve hitabet şehvetiyle, kendilerini geleneklerine ne kadar “yabancılaştırdığını”; dinî meseleleri düşünürken ve ifade kalıplarına dökerken ne kadar “dışarıdan baktıklarını”, Müslüman toplumun dinî hassasiyetlerinden ne kadar “koptuklarını” büyük bir teessürle bir kere daha görmüş oldum. Bu kopuşu görünce, Nurettin Topçu’nun “Bizim münevverlerimiz, vagonlarından kopmuş lokomotiflere benzerler” teşbihini hatırladım.

Bu ifadeler, az sayıda insanın bulunduğu özel bir toplantıda ya da oryantalistlerin düzenlediği bir sempozyumda sarfedilmiş olsa, belki üzerinde durmak gerekmeyebilirdi. Ancak durumu oldukça vahim kılan şuydu: Bu ifadeler, Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli bir kurumunda ve aynı vakfın üniversitesine bağlı olan bir araştırma merkezinin tertiplediği bir sempozyumda kullanılmıştı. Dahası, hâlihazırdaki Diyanet İşleri Başkanı da bu konuşma esnasında dinleyiciler arasındaydı ve konuşmanın yapıldığı oturumun başkanlığını, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun eski başkanı yapmaktaydı. Bu detayları zikretmemin sebebi şudur: Böyle bir ortamda, konuşmacıdan beklenen, Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) bahsederken, yukarıdaki saygısız ifade bir yana, başka toplantılardakinden daha saygılı bir üslup kullanmaktır. Bu ortamda bile bu ifadelerin rahatlıkla kullanılabiliyor olması ve kullanılan bu üslupla alâkalı nezâket sınırları içerisinde, başta oturum başkanı olmak üzere kıdemli ilâhiyat hocaları tarafından en ufak bir tashih ya da en nazik bir uyarının yapılmaması da oldukça düşündürücüydü. “Bırak tahsili evlâdım, sen ilkin hayâ öğren!” diyen merhum Mehmet Âkif, şayet orada olsaydı, bu nâhoş ifade karşısında kim bilir neler söylerdi?

Efendimiz’i (s.a.v.) anarken kullanılan Risâletpenâh Efendimiz, Fahr-i âlem Efendimiz, Resûl-i kibriyâ Efendimiz, Seyyidü’l-kevneyn Efendimiz gibi serâpâ hürmet ve muhabbetin kelimelere yansımış halleri olan ifadelere sahip bir gelenek ve kültürden gelenlerin, ondan bahsederken yalnızca “Muhammed” demeleri, ne kadar hüzünlendirici ve düşündürücü! Peygamber aşkıyla “Su Kasidesi”ni yazan ecdâdın, “Muhammed’in kemikleri çürümeden...” ifadelerini kullanan tefsir profesörü torunlarının olması ne kadar acı verici!

Tehlike büyüktür. Din hakkında konuşurken sevgi ve saygıdan nasibini almamış bir tavır içinde olan, ağzı bol laf yapan; ama ibadetsiz, duasız ve zikirsiz bir nesil türüyor. Geleneğiyle bağını gitgide koparan, kendi değerlerini, dolayısıyla kendisini günbegün kaybeden bu neslin, yeniden kendini bulması hiç de kolay olmayacaktır.

HASSASİYET GÖSTERİLMELİYDİ

Türkiye’de tefsir ilmindeki birikimde çok önemli katkıları olan ve bizden iki-üç nesil önceki ilmî nesebimizde ceddimiz konumunda olan/olması gereken mütefekkir müfessir Elmalılı Hamdi Efendi’nin, Hak Dini Kur’an Dili isimli eserinin mukaddimesinde Efendimiz (s.a.v.) hakkındaki şu ifadeleri, onun bu tefsiri, Efendimiz’e (s.a.v.) dair hangi “duygular” içerisinde yazdığını göstermektedir: “Sevdin habibini kâinâta sevdirdin. Sevdin de hil’at-i risâleti giydirdin. Makâm-ı İbrahim’den makâm-ı mahmûda erdirdin. Server-i asfiyâ kıldın, hâtem-i enbiyâ kıldın. Muhammed Mustafa kıldın. Salat ü selâm, tahiyyât ü ikrâm, her türlü ihtiram ona, onun âl ü ashâbına ya Rab!”. Elmalılı, bu ifadelerden sonra “Bu duyguları yaşayan bu cigay…” diyerek, bu cümlelerin, kendisinin Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında beslediği duyguları ifade ettiğine bizzat işaret etmiştir. İnsan, 1942’de vefat etmiş olan müfessir Elmalı’nın bu ifadelerini, bahsi geçen tefsir uzmanının ifadeleriyle mukayese edince, kendisini “nereden nereye…” demekten alamıyor. Bu acı ama gerçek olan zihniyet dönüşümü, Sâmiha Ayverdi’nin bir kitabının adını ve muhtevasını hatırlatıyor: “Bir Dünyadan Bir Dünyaya”. Ne kadar değiştiğimizin, dönüştüğümüzün farkında mıyız acaba? Muhtemelen bu değişim ve dönüşüm süreci, hepimizi az çok etkilemiş olmalı ki, onlarca tanınmış ilâhiyat hocasının huzurunda kullanılan bu ifadeye, en ufak bir tepki gelmedi. Roger Kimball haklı galiba, “Kendimiz değiştiğimiz için, artık dönüşümümüzü algılayamıyoruz.” (J. M. Twenge ve W.K. Campbell, Asrın Vebâsı: Narsisizm İlleti, s. 31).

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) hakkında üslup ve tasavvur sorununa, şu örnek de verilebilir: Yukarıda bahsi geçen araştırma merkezinin mehdilik konusunda düzenlediği bir sempozyumun tebliğler kitabında, tarihselci fikirleriyle maruf olan bir başka tefsir uzmanı, şu ifadeleri kullanmıştır: “Hz. Peygamber, mehdilik hakkında gerçekten konuşmuş olsa bile, bu konudaki sözlerinin, kültürel kaynaklı olma ihtimali gözardı edilemez.” Şimdi bu ifadeler, şu soruları gündeme getirmez mi? Herhangi birisi, “Allah inancı, cennet-cehennem, melek, ölümden sonra yeniden diriliş, namaz, hac vs. gibi Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), gerek âyetlerde gerekse hadislerde varlığından haber verip öğrettiği diğer inanç esasları ve ibadetlerin de dönemin kültüründen kaynaklanma ihtimali gözardı edilemez” derse –ki pek çok müsteşrik ve Hasan Hanefi gibi bazı tarihselciler bunu söylemektedir- buna ne cevap verilecektir? Mehdi konusu, geleceğe dair önemli bir haber verme manası içerdiği için, şayet Hz. Peygamber (s.a.v.), bu konuda bir şey söylemişse, Allah’ın bilgilendirmesine dayalı olarak söylemiş olmalı değil midir? Eğer dönemin kültürüne dayalı olarak yanlış bir şey söylemişse, Allah tarafından tashih edilmesi gerekmez miydi? Aksi takdirde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği tartışmalı hale gelmez mi? Şayet Hz. Peygamber’in (s.a.v.), inancın konusu olan bir meselede söylediği söz, bir Müslüman için iman edilmesi gereken bir söz olmayacaksa, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) iman etmek neye tekabül edecektir? O, bizim neyimiz olmaktadır ki, inançla alâkalı bir konuda söylediği sözlere bile iman etmeme lüksümüz olsun?

Evet, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v.) bazı uygulamaları ve sözleri, klasik usulde sünen-i hüdâ (ezan ve kâmet gibi) ve sünen-i zevâid (deveye binmiş olması ve sevdiği yiyecekler gibi) şeklinde tasnif edilmiş ve birincisinin bağlayıcı; ikincisinin ise bağlayıcı olmadığı belirtilmiştir. Karâfî ve İbn Âşûr gibi bazı usul âlimleri tarafından Efendimiz’in (s.a.v.) uygulamaları, bağlayıcılık açısından detaylı bir şekilde tasnif edilmiştir. Ancak hiçbir âlim, onun dinî bir meselede, itikâdî bir konuda söylediği bir sözün ya da yaptığı bir uygulamanın, dönemin kültürünün yansıması olup bağlayıcı olmayabileceği ihtimalinden söz etmemiştir. Şu halde mehdilik gibi inancın konusu olan bir meselede, “Şayet Hz. Peygamber, bu konuda bir şeyler söylemişse bile, bu, o dönemin kültürünün yansımasıdır, buna inanmak gerekmez” diyebilen bir insanın, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) herhangi bir sünnetini ve sözünü “inanılabilir” bulması için kriterleri neler olacaktır? Bundan da önemlisi, şayet Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mehdilik hakkındaki sözleri, o dönemin kültürünün yansımasıysa, bu sözleri söyleyen kişinin, bu konudaki görüşünün de kültürel ve konjonktürel kaynaklı olma ihtimali de gözardı edilmemeli değil midir? Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, tarihsel olan, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu konudaki ifadeleri midir, yoksa bizim durumumuz mudur? Ya da en azından birincisini tarihsel kabul edeceksek, ikincisini de tarihsel kabul etmek gereği hâsıl olmayacak mıdır? Burada şu hususun altını çizelim ki, bir ilim adamı, mehdi ile alâkalı hadislerin güvenilirlikten uzak olduğunu, ilmî kıstaslara dayalı olarak söylüyorsa, buna saygı duymak gerekir. Nitekim daha önceden, az sayıda da olsa benzer kanaatleri serd eden âlimler olmuştur. Konumuz, ilmî ölçülere göre mehdi ile ilgili mevcut hadislere, inanmanın gerekli olup olmadığı meselesi değil, gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle bir konuda söz söylemişse, bir Müslüman için bu sözlere inanmak gerekip gerekmeyeceğidir.

GENÇ KESİMLER TERMİNOLOJİDEN ETKİLENEBİLİR

Endişem odur ki, ekseriyeti tenzih ederim, ama bazı akademisyenlerin ve sivil ilâhiyatçıların, “hitâbet ve kitâbetin şehvet”ine kapılarak “entellektüel rahatlama” ihtiyacını tatmin için kullandığı bazı ifadeler, gençleri etkilemekte ve onlara da bu üslup sirâyet etmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında Nasr Hâmidci tarihselciliğin girdabına kapılan ya da Kur’an’ı ta’zîm adı altında hadislere her türlü ta’n ü teşnîde bulunmayı ilim zanneden bazı nâdânların sosyal medyada Efendimiz’den (s.a.v.) bahsederken “Muhammed” demesi, hiç hayra alâmet değildir. Böyle bir üslup kullanan gençlerin fikren beslendikleri insanlar da 30-40 yıldan öte fikrî mâzileri ve temelleri olmayan tarihselci ve sözde Kur’ancı hocalardır. Mesele, sadece Hz. Peygamber’den (s.a.v.) “Muhammed” diye bahsetmek ya da “vefatından kısa bir süre sonra” yerine “henüz kemikleri çürümeden” ifadesini kullanmak değildir. Asıl önemli olan, kullanılan kelimelerden ziyade, bu kelimelerin altında yatan zihniyettir. Zira “üslûb-ı beyân, aynıyla insan” sözünde de ifadesini bulduğu gibi, insanın kullandığı ifadeler, içindeki duygu ve düşüncelerin kelimelere yansımalarından ibarettir. Elmalılı’nın ifade ettiği üzere “dinin başı, muhabbettir” (Hak Dini, VI, 4459). Muhabbetsiz, duygusuz dinden geriye kalan, lâf ü güzâftan başka nedir ki Allah aşkına? Bahsi geçen akademisyenler ve sivil ilâhiyatçılar, bu sözlerin yeterli ilmî birikime sahip olmayan insanlar üzerinde ne ölçüde yıkıcı bir etki yaptığının belki de farkında değiller; ancak sosyal medyada yazılıp çizilenlere bakıldığında durum iç açıcı görünmemektedir. Tehlike büyüktür. Din hakkında konuşurken sevgi ve saygıdan nasibini almamış bir tavır içinde olan, ağzı bol laf yapan; ama ibadetsiz, duasız ve zikirsiz bir nesil türüyor. Geleneğiyle bağını gitgide koparan, kendi değerlerini, dolayısıyla kendisini günbegün kaybeden bu neslin, yeniden kendini bulması hiç de kolay olmayacaktır. Nitekim Nurettin Topçu, yıllar evvel “kaybolan nesilleri” gördüğünde ıztırabını şöyle dile getirmişti: “Bin nedâmetle nihâyet anladık ki, dünyada belki herşeyi bulmak kolay, kendini bulmaz zormuş.” (Var Olmak, s. 101). Dinlediği üç-beş video kaydından ya da üç-beş kitaptan etkilenip, dindarlıktan anladığı tek şey, sosyal medyada hadislerin uydurma olduğunu ispatlamaya çalışmak ya da Kur’an’ın bugüne hitap eden bir metin olmadığı tezini, oryantalist bir ağızla anlatmak olan bu kaybolmuş gençlerin vebâlini kim üstlenecektir?

ÜÇ ÖNEMLİ SORUN

Akl-ı selim sahibi ilim adamlarının, din hakkında yazarken ve konuşurken, ilmî ve uhrevî sorumluluklarını müdrik olup, bazı aykırı fikirlerin yeterli ilmî donanıma sahip olmayan insanlar üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceğini düşünerek çok hassas ve dikkatli bir dil kullanmaları beklenir. Zira bu insanlar konuşurken, bir oryantalist sıfatıyla değil, bir Müslüman sıfatıyla konuşmakta ve dahası kendilerince yanlış gördükleri inanç ve uygulamaları bir Müslüman olarak tashîh etme iddiası taşımaktadırlar. Aykırı fikirler, bu tarz fikirlerin câzibesine kapılanlar ve fıtraten aykırılığı seven insanlar nezdinde de revaç bulabilmektedir. Sorun, aykırı fikir beyan edip etmemek değildir. Elbette dinî meselelerde de muhâlif fikirler gündeme getirilebilir, tartışılabilir. Sorun, sınırları belirleyememek, üsluba dikkat etmemek ve din hakkında akademik bir görüş bildirmenin, akademik bir görüş bildirmekten büyük ve öte bir şey olduğunu anlayamamaktır. Zira din, akademik bir saha olmanın ötesinde inancın sahasıdır.

Efendimiz (s.a.v.) hakkında nâhoş ifadelerin naklinin yer aldığı bu yazıyı, merhum Ali Ulvi Kurucu’nun şu duygu yüklü na’tıyla bitirelim ki “hıtâmuhû misk” olsun. Böylece hem iki peygamber tasavvuru arasındaki fark görülsün, hem de bu na’t duygularımıza tercüman olsun: “Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime/ Destgîr ol, yâ Habiballah, bu âsî mücrime!/ Sen şefâatkânı varken, yalvarayım ben kime?/ Ben Resûl-i kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım/Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım.”

Yazımızın başlığındaki soruyu, sonunda tekrar hatırlatıyorum: Sahi, “Hz. Muhammed (s.a.v.), Neyimiz Olur?”

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!