Gelenek ve Furkan

MURAT AYDOĞDU

Toplumda yaygın kabul edilmiş,  kuşaktan kuşağa aktarılan, toplumsal yaptırım gücüne sahip kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar olan Gelenek/Tradition çoğu durumda Örf ile karıştırılır. Gelenek doğruluğu ya da yanlışlığı analiz edilmemiş bilgilerdir. Yine gelenek içerisinde İnanç ve Yaradan ile ilgili doğrulanmamış kısımlar Mitoloji adlı efsaneler halindedir.

Gelenekleri bizim denetlediğimiz tarzda ele almayan, bunlarda Batıni ve sıradan insanların anlayamadığı ehil kişilerin ise sezgisel ya da kutsal birtakım aracılarla bunu anlayabileceği Ezoterizm denilen akım, tam anlamı ile Atalar Dini halinde Karşı Din olarak bizim reddettiğimiz akımdır.

Bu durumda, Örf’ü ihmal ederek, işin kolayına kaçan bir yöntemle bütün geleneğin toptan terki ve yerine yeni bir şeyler icat etme gayesi nereye oturur?

Gerçekte bütün Toplumsal hareketler geçmiş paradigmayı yıktıktan sonra kendi Mit’lerini oluşturur, eskinin yerine bunu koymaya çalışırlar. Zira toplum’un buna ihtiyacı vardır. Buna Kemalist devrimler sonrası Orta Asya Mit’i o tutmayınca, Hititlere, Sümerlere kadar uzanan Güneş Dilli Türk Tarihi Mit’i yerel bir örnektir.

Aydınlanma sonrası Batı toplumu Hıristiyan Mitolojisi yerine Yunan ve Roma Mitolojilerini koyar. Özellikle Roma Mitolojisinin totaliter ve Faşist akımlara nasıl zemin hazırladığını Mussolini İtalya’sında görebiliriz.  Muhtemelen de Marksist Modeller toplumsal Mit üretmede başarısız oldular. Günümüzde Batı toplumunun üretmeye çalıştığı modern mitleri de örnek vermek gerek. Çizgi roman kahramanları, fantastik roman ve filmleri ile ve bunlar üzerinden felsefi tezler insanlarda kurgusal bir dünya tahayyülü sunarlar.

İktidar erk’inin ve Geleneklerin dayatmaları arasında Batılılaşmanın oluşturduğu Katastroph (felaket sonrası) bir dünyada yaşıyoruz.

Teori-Pratik tartışmalarında pratik ortaya konana kadar teori üstün, eylem ortaya konduğunda ise pratiğin üstün olduğu söylenir. Gelenek yüzyıllar içerisinde oluşmuş pratik olduğundan, yaşayan halde üstün olan bir durumdadır, ancak içi boşaltıldığı ve pratikten uzaklaştığı oranda yıkılmaya mahkûm hale gelir.

Sağlıklı bir yapıda yıkılması gereken şey gelenekler değil, içi boşalmış geleneklerdir. Burada değişkenlik üzerinden gelenek değerlendirmesine giren ve bunun sonucu altüst oluşa, kaos’a neden olan, Tarihselcilik konusuna şimdilik girmeyeceğiz.

Alasdair McIntrye, After Virtue (Faziletten Sonra) adlı eserinde doğayı yok eden bilgidir denilerek, bilgiyi silen bir topluluğu anlatır. Topluluk Katastrophobik (felaket sonrası) bir dünya oluşturur. Ama insan’ın özgürlük arayışı doğaya teslim olmayı reddeder, yeni bir hareket doğar. Bu hareket bilgiyi yeniden ele geçirme hareketidir, ama bilgi parçacıkları bağlantılarından kopmuştur ve bütünlük yoktur. Parçacıklar kaos (kargaşa) halinde anlamsız tekrarlar ve büyülü sözler şeklinde algılanır ve uygulanmaya çalışılır. Artık gelenek yoktur ve yeni Kaos hayatı anlamsızlaştırmaktadır.

Alasdair’in romanı aslında bir kurgu değil Enleightement (aydınlanma) sonrası Avrupa’nın ruh halinin abartılı bir anlatımıdır.

“İnsanları, dolayısıyla toplumları pek çok şey yönetir: iklim din, kanunlar, hükümet ilkeleri, tarihten alınan dersler, ahlâk, örf ve âdetler. Bunların hepsi bir toplumun "Genel Ruhu"nu, yani millî karakter özelliklerini oluşturur.  Montesquieu, The Spirit of the Laws (Kanunların Ruhu)

Montesquieu’nun temel yaklaşımında geleneklerin yerine soyut, hayali bir ütopya kurar. Yıktığı geleneklerin yerine bir çeşit fıtrat (kendi tanımı ile spontane/kendiliğinden doğan hukuk) koymaya çalışır, bunda kendi bulunduğu tarihi süreç ve zeminde haklıdır da zira İncil’in öğretisinde Islah’ı zorlaştıran tahrifat söz konusu:

“Herkes, altında bulunduğu yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı'nın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler yargıyla karşılaşacaklar. Çünkü iyilik yapanların yöneticilerden korkusu yoktur; kötülük yapanlar korkarlar. Yöneticilerden korkmamak ister misin? Öyleyse iyilik yap, onun övgüsünü kazanırsın. Çünkü o senin yararına Tanrı'ya hizmet etmektedir. Ama kötülük yaparsan kork! Çünkü yönetici kılıcı boş yere kuşanmaz. Kötülük yapana gerekli cezayı vermek için Tanrı'ya hizmet eder. Bu nedenle, yalnızca yargılanma korkusundan değil, vicdan bakımından da baştaki yöneticilere bağımlı olmak zorunludur. Vergi ödemenizin nedeni de budur. Çünkü yöneticiler atandıkları işi yerine getirirken, Tanrı'nın görevlileri olarak çalışırlar. Herkes neyi hak ediyorsa verin: Vergi toplayana vergi, gümrük alana gümrük, saygı gösterilmesi gerekene saygı, onur yaraşana onur verin.” İncil, Romalılar 13/1-7

Bütün fıtri arayışına rağmen Montesquieu’nun okumasındaki köksüz temeller bu fıtratı bulmasında engeldir. Toplumdan topluma, coğrafya’dan coğrafya’ya ve zamana bağlı değişken olan bu legallik evrensel olamazlığın yanında kaos davetçisidir de. Bir ölçüde Batılılaşma sonrası bizde de oluşan durum budur.

Diğer yandan gelenekle mücadele (özellikle kavga demiyorum, en güzel bir şekilde mücadele) dinamizm getirir. Dinamizm iki yola çıkar; geleneği yeniden keşfeden ya da yeni bir gelenek oluşturan bir mücadele. Kavgalar ise saman alevi gibidir, ya çabucak geçer ya da samanlık kül olduğunda, ortada bir şey bırakmayan alev.

“Eşeğe altın semer vursan da eşektir, boş ver deyip semerden vazgeçtiğinde de yaya kalırsın.”

Legal-Yasal Durum

Max Weber’e göre Toplumsal teşkilatlanma ikiye ayrılır; Bir cemiyetin yasal/gesatzt yolla konulan kuralları/düzeni; ya bir anlaşma/pakt ya da dayatma ve itaat yoluyla ortaya çıkar

Bizim benimsemediğimiz değerler üzerine kurulmamış ve bize dayatılmış iktidar yasaları altındayız. Yine bizim seçmediğimiz ve içinde yaşadığımız çevre tarafından dayatılmış toplumsal gelenekler içerisindeyiz. Bu etkiler altında Yasal Çerçeve deyince küçük bir karmaşa yaşıyoruz.

Legal olarak tanımlanan yasal ya da yürürlükte olan kanunları belirleyen Siyasal Sistem/İdeolojik Devlet ile Gelenek çatışma halindedir.

Jakobenizmin fikir babası Jean Jack Rousseau Montesquieu’nun geleneklere karşı çıkışını bir adım öte götürür.  Ona göre, topluluklar, adetlere ve usullere uymaktadır, bütün bunların yerine bir Toplum Sözleşmesi, bunun temelleri de herhangi bir ahlaki görüşten çok ‘Le sentiment de l’existance (Varoluş Duygusu) adını verdiği soyut bir ütopik ahlak anlayışı kurmaya çalışır. Üstelik bunu Yurttaşların oluşturulacak politik aygıtın (devlet) emirlerine bu Varoluş Duygusu ile koşulsuz, sorgusuz itaat edecek şekilde eğitilmelerini öngörür.

“Rousseau için devletin amacı, ideolojisine göre yönetebileceği teba yaratmaktır” Terry Eagleton

Cumhuriyetin ilk yıllarında Jakobence uygulanmaya çalışılan bu kural, topluma kabul ettirilemedi ve gelenek totaliter yapıyı (kısmen içselleştirmekle birlikte) çözdü. Çatışma öyle ya da böyle belli çerçevede devam ediyor. Burada siyasal iktidar güce dayalı yasalar, toplum ise gelenekler çerçevesinde şekillenirken, biz ise çatışma makasının arasında bir yerde duruyoruz. Bu çatışma içerisinde ne ideolojik devlet aygıtına, ne de geleneğe tabi olmamız mümkün. Zira devlet aygıtı referanslarını tamamen bizim değerlerimizi inkâr üzerine kurmuş, gelenek ise mazlum konumda olması yanında, referanslarını değerlerimize atfetse de, bağlarını koparmış hatta referanslara ulaşmada ciddi engel halinedir.

Yeni durumun en önemli problemlerinden birisi de; geleneğin ya da hakim sistem yasaların çerçevesine sokulmuş ve farkına varılmadan inkar edilmiş, Max Weber’in cemiyet yasaları için kullandığı Gesatzt kavramı ile tanımlanan, sadece dış dayatmadan daha geniş bir yasallık, yani “Kuralların keyfiliği değil formel bir prosedüre uygunluğu” şeklinde algılanabilecek disiplin ve iç meşruiyet yoksunluğu. Bu bize dayatılan dış dayatma ile karıştırılmamalıdır. Bu şekilde oluşturulacak topluluk yapımız mevcut yürürlükte olan Kanunlarla tamamen muhalif ya da siyasi (sistem içi araçlar olarak da adlandırılabilen) bir ilişki içerisinde, diğer yandan geleneksel formlardan tamamen soyutlanmış ya da diyalog kapıları açık ilişki içerisinde olabilir.

Yine burada İllegal tanımlaması yaygın olarak fiili çatışma hali içerisindeki örgütlenmeler için kullanılır. Oysa Çatışma, dayatmaya dayalı erk’in davranış biçimine göre oluşan siyasi bir durumdur. Çatışmacı bir yapı arz etmeyen sistemlerde muhalefet Çatışmasız bir form’da oluşabilir. Bu durum bir Anlaşma/Pakt üzerine değil Dayatma üzerine Erk karşısında olduğumuzdan, ana karar mekanizmalarımız İllegal, dayatmaya boyun eğmediği sınıra kadar da toplumsal alandaki faaliyetler ise Legal olmak durumundadır. Kendi içerisinde ise keyfilik ya da Lider Fetişizmi olmayan Meşruiyet prosedürleri (Gesatzt) oluşturmalıdır.

Güven

“Kuralların keyfiliği değil formel bir prosedüre uygunluğu” derken bağlı bulunduğumuz ilkelerimizin ve toplumsal iç yapılanmamızın salahiyetini ilgilendiren bir kavramla karşı karşıyayız. Mücadele edilecek ve bizim kriterlerimize uygun olmayan hiyerarşik ve kolluk kuvvetlerine dayalı Devlet eksenli İktidardan farklı bir iktidar karşımıza çıkar. Bu iktidar oluşturduğumuz kendi yapımızdır ve kendi içerisinde meşruiyet kanalı oluşturmuş mudur?

Dayatmaya değil,  Anlaşmaya dayalı iç cemiyetimiz deyince ne anlıyoruz? Cemiyet yapılarda bağlılarının kendi iradeleri ile yapılanma içerisinde yer aldıklarını düşünürsek, burada fiili bir Dayatma olmadığı açık. Ama “işlenirliği açısından bu mümkün mü?” Sorusu sorulabilir. Burada “Kendi Formel Prosedürümüzün” varlığı bazen belirlenmiş tüzük şeklinde yazılı bazen de teamülü ilkeler şeklinde oluşur. İstişare Kanalları ve her kişinin gücü yettiğince Marufu Sağlama, Münkerden Yasaklama sorumluluğu ile bunun İç Fıkhını oluşturulabilir.

İnsanoğlunun bir yapı içerisindeki konumu, ender olarak nesnel ve akli kanıtlamalar üzerinden şekillenir. Bu niteliğe sahip kişilerin olabildiğince çoğaltılması bir hedef olsa da, ezici çoğunluk ilişkilerini akli kanıtlama ile değil, Güven üzerinden şekillendirir. Bu kişiler, güven duydukları kişilere verdikleri vekâletleri ile toplumsal yapı içerisinde yer alırlar. Güven’in oluşumu formel kalıplarla açıklanamayacak bir sürecin, bir ünsiyet’in ürünüdür.

Toplum güven duymakta mıdır? Bu şart olarak algıladığımız bir şey ama şu gerçekte var ki; toplum size güvendiği halde elini taşın altına koymayabilir. Bu korku duvarı ya da toplumsal durağanlık ile ilgili durum.

Bunu biraz açmamız gerekir.

“İman ettik demeyin İslam olduk deyin” yaklaşımı bu tip kesimler için açıklayıcıdır. Emin olmak zaman içeren bir süreç ve Emin vasıflı kişilere verilen vekâletle oluşan bir iradeyi teslim etme hali. Bunu Taklidi İman tartışmalarına sokmadan bireysel değil toplumsal inceleme ile de facto (faal durum) olarak ele almalıyız. Belki de bir geçiş hali olarak tartışılabilir. Bir çok sahabe’nin Mekke döneminde “Biz önceleri Muhammed’e (as) güvendiğimiz için inandık, İman kalplerimize sonradan yerleşti” ve yine bazı Ashabın aile akraba ilişkileri babında Elçiye inandıkları ve zamanla İmanlarını tekamül ettiğini düşünürsek bulutlar biraz dağılır. Günümüzde ki araştırmalar ve anketler de gösteriyor ki; Müslümanlığı seçen Batılı insanların %20 den az bir kesimi okuyup araştırarak Müslüman olduğu buna karşılık %80 den fazlasının etkilenerek, ibadet tarzlarından ya da Müslümanların kişilik yapıları, ahlakları gibi Güven duygularından hareketle Müslüman olmalarını göz önüne almalıyız.

Çoğu durumda bu Güven duygusunun sağladığı kişilerin potansiyel bir güçleri oluşmakta ve cemiyet içerisinde temayülleri cezp etmektedirler. Hatta bilgi vs gibi meziyetleri bu temayülleri arttırmaktadır. Bu en az akli kanıtlar ve tahlile dayalı oylama kadar meşrudur. Bunu Dayatma olarak gören kişiler, öncelikle neden “bu ünsiyet ve güven duygularını kendilerinin oluşturmadıklarını” sorgulamadıkları müddetçe asıl kendilerinin Dayatmacı yapılarının da farkına varamayacaklarıdır.

Bu Güven Duygusu ve Vekâlet üzerinde genel toplumsal katmanlar söz konusu olduğunda da biraz dikkat etmekte yarar var. Geniş toplum katmanları üzerinde etkinliğin sağlanamadığı bu etkinliğin muhafazakâr kurumlar tarafından doldurulduğu bir toplumda yaşıyoruz.

Basit bireysel bir örnek verelim, toplumsal örnekleri tartışmaya açık bırakalım: 80’li yıllarda cahili bir aile yapılanmasına sahip birçok Müslüman kardeşlimiz aileleri ile çatışmalar yaşadılar ve ailelerden kopuşlar gerçekleşti. Oysa “Sizi şer’e ve Münker’e zorlamadıkça ailenizle iyi geçinin, hatta zorlamalarda bile, en güzel bir şekilde mücadele edin” tavrı en güzeliydi ve bu tavrı takip eden kardeşimizin hemen hemen tamamının daha sonra ailelerini kazandıklarına şahit olduk.  Her ailenin içerisinde bir Legalite kanalı vardır, bu geniş toplumsal yapılara nasıl genişletilebilir?

Bilinç düzeyi ve siyasal tavırları yetersiz gördüğümüz birçok yapı tam anlamı ile dışlanarak oluşturulan düzenlemeler nelere sebep olur?

Sizin karşılayamadığınız bu talepler karşısında kitle nereye varır?

Gerçekten Toplumsal İslah’ın her yönüyle hedeflenmesini düşünebiliyor muyuz?

“Allah Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp arttırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indirdi.” Fetih 4, 18

Gelenek İçerisinde Fıtrat’ın Yeri

İnançlar, değerler ve ilkeler çatı, yaşanan hal ve bulunduğumuz çevre zemindir. Kitap bu ikisi arasındaki bağlantıyı sağlar.

Gerçekte çatı dediğimiz şey insanın fıtratında ve dış dünyamızın gerçekliğinde mevcuttur ve Kitap ancak bir hatırlatıcı ve kolaylaştırıcıdır. Buna ilave insanlar arasındaki ilişkilerimizde ortak noktaya getiricidir. Yaşanan hal ve çevre Kitapta bol miktarda kıssa ile verilir.

Mümin insan her bir kıssada kendine özgü yansıma bulan ilkelerin kendi hayatındaki yansımasını bulması için katı zahirine ya da zeminden kopuk batınına karşı dikkatli olması gerekir. Ve her kıssa’nın gayesine baktığında çatı ve zemin arasındaki temelleri de sağlam olacaktır. Yine bu şekilde ilkeler tarihin bir dönemine ve coğrafyasına hapsedilmekten kurtulur.

Yaşadığımız toplumsal çevre değişken, değerlerimiz ise sabittir. Her bir bağlantı bizim sünnetimiz olacak, yani vahyin yaşama aktarılması.

Toplumsal çevremizde insan ve tabiat fıtratının doğurduğu birçok kurumsal yapı ile karşılaşırız. Bu kurumsal yapıların her biri birer meclistir. Topluluk halinde yaşayan insanoğlunun örfi hali de diyebileceğimiz bu ilişkiler bozulduğunda ifsat olur. Tuğyan’ın yerleştiği doğal halinden gasıpların kirlettiği toplumsal yapılar ıslah ister.

Çevremizde ilişkiye geçtiğimiz birçok kurumsal yapı aileden, cemaatlere, Eğitim kurumlarından, idari kurumlara kadar geniş bir yelpaze kaplar. İfsat’ın kuşattığı bütün kurumlarla ilişkimiz ne olacaktır. Sorun işte burada. Toplum dışı olmakla, topluma biat etmek arasında seçenek yok mu?

Kaybolmuş ve köklerinden kopmuş toplumumuzda uyanış kıvılcımları ilk elde gençlerimizi sardı. Birçok gencin ailesi ile sorunları, problemleri çatışma ile sonuçlandı. Müşriklerin ithamları “Baba ile oğlunun arasını ayıran” mesajı yüklenirken çatışmaları öyle doğal karşıladık ki; Elçinin “Amcacığım” ve İbrahim’in “Babacığım” hitaplarını unuttuk.

Geleneğin İçinden Gelen Meclisler

Küfrün bütün kurumlarına alternatif kurumlar oluşturmaktan söz ettik ve her şeyinden hicret etmekten. Fikirlerimiz büyürken Dar’un Nedve’lerden bahsettik, Elçinin asla gitmediği meclislerden. Oysa Allah’ın Kureyş suresinde övdüğü bir İlaf ürünü meclisin nasıl fesat yuvasına dönüştüğünü göremedik. Musab b. Umeyr’in kimliği ile gittiği Yevm’ul Arube’nin aynı Nedve Meclisinin Medine karşılığı olduğunu kimse anlatmadı bize. Oysa Cuma’ların çekirdeği olan meclislerin, kuru binalar değil, içerisindeki ifsat edicilerin tavırları ile şekillendiğini bilmemiz gerekti.

Bir an düşünelim Nedve’nin eşrafı Ebu Cehil’ler, Velid b. Muğire’ler değilde Ebu Talip’ler, Abbas’lar olsaydı ne olurdu? Yesrib’in Yevm’ul Arubesi, Medine’nin Cuma Meclisi olabilir miydi?  

Faraza konuların pek anlamı da yok, kimliklerimizin inkâr edildiği meclisler mi söz konusu ya da zamanla kimliklerimizin kabul edilebileceği meclisler mi?

“Ey iman edenler, size meclislerde "Yer açın" dendiği zaman, yer açın; Allah size genişlik versin. Size: "Kalkın" denildiği zaman da kalkın. Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” 58/11

Ve Furkan

Tarih, bizim tarihimiz, Âdem’den bu yana inananlarla inanmayanların savaşımı olmadı hiçbir zaman. Ancak mazlumla zalimin savaşımıydı ve meşru olanda mazlumun sapasağlam değerler etrafında olması ile gerçekleşen. Zulmetmeyen, adil ama bizden farklı şeylere inananlarla ilişkilerimizi düşünmedik. Oysa Elçi Medine de eşit statü ile Yahudilerle birlikteydi, kendi kültürleri, karışmadığımız liderlikleri ve sistemler ve hatta hukukları ile.

Yüzyılımızın başında Batı kökenli totaliter yapılar gizlice sardı kimliklerimizi, biraz da insan nefsinin ifsat yönünden kaynaklanan doğu despotizmi (!) de bunu onayladı. Karizmatik lider, program, teşkilat, kısacası otokratik yapı olmazsa olmazdı sanki. Ve yeni intifadalarda bunları aradık, bulamayınca da inkâr ettik.

Ailemizden, komşu topluluklara, oradan bütün kurumlara ve dünyanın diğer coğrafyalardaki yapılara kadar toplumsal ilişkilerimizin bir hukuku olmalı. Zira hukuksuz ilişki ya ifsat, biat etmek ya da fıtrata isyana davet etmek olacak.

“Öyleyse sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; o Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır.” 30/3

Açık, derin ve uzak görüşlülük olan İyi/güzel olarak nitelendirilebilecek özellik kazanmış örf; geleneğin içerisinden ayıklanmış Maruf iken, cahili sızmalar içeren gelenekleri ise Atalar Dini olarak tanımlamalıyız. Biz bu ayıklamayı Kitabımızın Furkan özelliği ile gerçekleştirdiğimizde Örf olarak tanımlarız ve bu ancak Kuran tarafından onaylandığında bir davranış biçimi olarak bizi bağlayıcı hale gelir. Muhammed Esed, insan “fıtratının kabule yatkın olduğu yol” olarak Maruf kavramına açıklık getirir.

“Sen, insan fıtratının kabule yatkın olduğu yolu tut; Maruf olanı emret; bilgisiz kalmayı seçenleri kendi hallerine bırak.” 7/199

“Bundan öncekiler insanlar için bir hidayet idiler. Allah, doğruyu yanlıştan ayıran Furkanı da indirdi.” 3/4