İnsanoğlunun kadim hastalıklarından biri olan cinsel sapmalar son zamanlarda gündemimizden hiç düşmüyor. Batı’da neredeyse fıtri evlilikler kadar meşru ve olağan hale gelen, hatta birçok ülkede resmi olarak kabul edilen eşcinsellik “özgürlükler diyarının” sahte cennetine adeta bir giriş bileti işlevi görüyor. Bu durum, insani çürümenin ve bir uygarlığın çöküşünün göstergesi, Sodom ve Gomore’nin yeniden yaşanma hikâyesidir.
Sadece Batı’da değil, karınca misali Batı’nın ayak izlerini istisnasız takip eden hayranlarında da durum hemen hemen aynıdır. Çürüme ve yozlaşma öyle bir noktaya varmıştır ki, insanlığın sürekli üstüne koyarak biriktirdiği bütün ahlaki değerler, erdemler ve insani ilişkiler arzuların ve anlık hazların bataklığında birer birer can vermektedirler.
Aile kurmaktan, kursa bile çocuk yapmaktan kaçınan, hatta çocuk düşmanlığı yapan insanlar yalnızlığı ve bencilliği tercih ediyorlar. Bu bireylerin toplamından oluşan topluluklarda ise sapkınlıkların yaygın hale gelmesi kaçınılmaz oluyor ve giderek istisna olmaktan çıkıp olağanlaşıyor. Artık evlilik, çocuk yapmak ve bakmak özgürlüğü sınırlayıcı ve sıkıntı verici bir yük olarak görülüyor. Hayata bu tarz bakan insanların geleceğe yönelik derin bir umutsuzluk ve karamsarlık içinde olmaları ise son derece doğal. Çünkü kendilerinden sonrası yok!
Manevi ve kültürel çöküntü iletişim araçları mahirce kullanılarak olağan üstü bir şekilde yüceltiliyor. Bu yüceltmenin sonucu bugün dünyada eşcinsel oranı hızla artıyor. Örneğin Hollanda’da bu oranın yüzde 45, ABD’nin Los Angeles şehrinde yüzde 33 olduğu söyleniyor. Kapitalist kültür “tabuları yıkmak”, “sınırsız özgürlük”, “insan hakları” adına, sistemli bir şekilde fıtrata düşman ilişkilerin propagandasını yapıyor. Özellikle, popüler kimselerin eşcinsel olduğu yönündeki haberlere basında ayrıcalıklı bir yer veriliyor. Dolayısıyla eşcinsellik seçkinliğin ve sıradışılığın bir göstergesi olarak sunulması yanında, sıradanlığı aşmanın yolu olarak da parlatılıyor.
Oysa neslini devam ettirme arzusu sadece insanların değil tüm canlıların ortak duygusudur. İnsan türünün varlığını sürdürmeye dönük gelecek içgüdüsünün bastırılması ancak gelecek umudu ve tutkusunun tüketilmiş olması ile mümkündür. Her şeyi yaşayıp tüketen, günlük yaşamı kutsayan kimseler için çocuk yapmaya, onurlu bir gelecek için yaşamaya ve özveride bulunmaya ne gerek var? Bu yüzden “hayata renk katan” her tür ilişkiyi yaşamayı kâr sayıyorlar!
Cinsel kutupların farksızlaşması sonucu yaşanan çürüme ve yozlaşmayı Baudrillard “içe patlama” adını verdiği çarpıcı benzetmesiyle betimliyor. Devrim teorisyenleri, eski toplumun bağrından yeni bir toplumun doğumunu, bir bebeğin doğumuna benzetiyorlar. Doğumlar fıtri bir olgudur ve genellikle kendiliğinden gerçekleşir. Bununla birlikte doğumu kolaylaştıran, sağlıksız bir durum olmaması için çaba sarf eden bir ebenin yardımı da gereklidir. Yeni bir toplumun doğuşu da genellikle ebelik görevini kendine vazife bilenlerin mücadelesiyle gerçekleşir.
Bazı hamileliklerde ise bebek ve doğum zamanında fark edilemediği ve olağan süreç takip edilmediği için bebek anne karnında ölür ve yine zamanında müdahale edilmezse ölü bebek anneyi de zehirler ve öldürür. Toplumlarda böyledir. Yeni toplumların doğuşuzamansız, zorlama ve tepeden inme bir şekilde olursa ölüm de kaçınılmaz olacaktır. Bugün Batı’da ve Batıcı toplumlarda yaşanan tam da budur. İnsan fıtratına aykırı olarak dayatılan toplum modelleri durgun su misali kokuşmaya başladı ve bozuldu. Bu kaynaktan içmeye devam etmek anne ile birlikte zehirlenip ölmek, yok olmak anlamına geliyor.
Baudrillard: “Cinsel beden bir tür yapay yazgıya mahkûm edildi. Bu yazgı trans-seksüelliktir” diyor. Cinsiyet göstergelerinin yer değiştirmesi üzerine kurulu cinsel farksızlık, ister cinsiyet değiştirme yolu ile isterse de sadece giyimle, morfolojik davranışlarla veya karakteristik göstergelerle olsun yapaylığa yöneltiliyor. Söz konusu işlem ister cerrahi, ister simgesel olsun bedenin yapısını değersizleştiriyor. Tüketim toplumunda insan türü aile kurup, çocuk yaparak neslini devam ettirmekten kopartılıp, tamamen sapkın tercihlere mahkûm ediliyor. Trans-seksüellik, cinsel haz, bedenin yapay hale getirilmesi kavramları ile kapitalist kültür artık kadın-erkek temelli bir üreme gerekliliğini ana eğilim olmaktan açıkça çıkardığını ilan ediyor. Ve tüm arzu potansiyeli serbest bırakılan insana şu soruyu sorduruyor: “Erkek miyim, kadın mı?”
Biliyorum, bazılarınıza bu cümleler abartılı gelebilir ancak değil. Bu yazının ilham kaynağı, geçen günlerde bir kız imam hatip lisesinde yapılan münazarada öğrenciler arasında yaşanan bir tartışmada; sınıfın, birkaç istisna dışında neredeyse tamamının, popüler kültürün iletişim araçları ile sevimli kıldığı ilişkilere karşı yaklaşımıdır. “Etek giyen bir erkeğe neden baskı kurulduğu” ya da “Kızların birbirlerine ilgi duymasının neden yadırgandığı ve yargılandığı” gibi konulardaki son derece “özgür” düşüncelerin rahatça savunulabilmesidir.
Dünyanın genetiği giderek bozuluyor. İnsanın savunma ve kendini yenileme mekanizması hızla çöküntüye uğruyor. Bunun sonucu, toplumsal vesiyasal dokunun dağılması ile şiddet, kargaşa ve terör; biyolojik dokunun çökmesi ile kanser vb. hastalıklar; cinsel hayatın ifsada uğraması sonucu sapkınlık olarak karşımıza çıkıyor. Bunlar, temelde bir işleyiş bozukluğundan kaynaklanıyor. Terör, kanser ve sapkınlık; her biri politik, cinsel ya da genetik konusunda bir yetersizlik ve çöküntüye denk düşüyor.
Foucault’un bu konu hakkındaki görüşleri ise hayret verici bir nitelikte. O, “Dostluğa Dair” kitabında: “Eşcinsellik sayesinde nasıl ilişkiler kurulabilir, tasarlanabilir, geliştirilebilir ve duruma göre bu ilişkilere nasıl farklı biçimler kazandırılabilir?” sorularını soruyor. Eşcinsellikten farklı özellikler taşıyan ilişkilerin kurulmasında yararlanılması gerektiğini savunuyor. Dolayısıyla “Eşcinsel olmaya çalışmalıyız. Çünkü eşcinsellik sorunu giderek bir dostluk kurma sorunu olma yönünde ilerliyor” diye düşünüyor.
Ona göre, kapitalist uygarlıkta temel sorun dostluk ve sevgidir. Bu yüzden eşcinselliği dostluk kurma yönünde “heyecan verici” bir olay olarak niteliyor. “Önemli olan, yaşam tarzıdır” diyerek; “İnsanları, yasalara ya da doğaya uygun olmayan cinsel birleşmeler değil; aynı bireylerin birbirlerini sevmeye başlamaları rahatsız ediyor” iddiasını dillendiriyor.
“Cinsel pratikler yardımıyla bir ilişki biçimi nasıl oluşturulabilir? Eşcinsel bir yaşam tarzı geliştirmek mümkün müdür?” sorularını soran ve yaşam tarzına göre belirlenen, daha incelmiş ayrımların yapılması gerektiğini düşünen Foucault, böylece bir kültürün ve etiğin doğacağına inanıyor. Ona göre eşcinsellik; “Var olan ilişki ve duygu olanaklarını yeniden yakalayabilmemiz için tarihsel bir fırsat sunuyor…”
Otoritenin her türlüsüne düşman bir teorisyen için, eşcinselliğin söylem ve eylemde sözcülüğünü yapmak düşüncesiyle bir bütünlük oluşturabilir. Oysa “yeni ve benzersiz deneyimler” adına insan bedeninin ve cinselliğin tüketilmesi, yağmalanması, yapaylaşmış, sahteleşmiş “sevgi”, “dostluk” söylemleriyle sürdürülen bir oyunun belki de son perdesini oluşturuyor. Sanırım Foucault’un yanıldığı nokta, hâkim otoritenin en kullanışı araçlarından biri olan eşcinselliği “otorite karşıtı” bir eğilim olarak görmesi olsa gerek. Ya da böyle bir “yaşam tarzını” benimsemesidir…
Kaldı ki, burada yüceltilen eşcinsellik; “yeni bir yaşam tarzı”, “yeni bir etik” şemsiyeleri altında postmodern kültür ve ahlak anlayışından başka bir şey önermiyor. Feminizm ve eşcinsellik gibi olgular “çok kültürlülük” ve “kimlik” siyasetleri üzerinden övgülere mazhar olup, yapay ve yeni kimlikler olarak kutsanıyorlar.
Gerçekte ise bunlar ne yeni, ne de insanlığı özgürleştiren, yetkinleştiren bir niteliğe sahiplerdir. Tam tersine, egemen toplumların baskın karakterini yansıtan kimliklerdir. Bugün tıkanma noktasına gelen kapitalist, emperyalist sistem, insanlığı özgürleştirecek ve daha adil bir sisteme götürecek toplumsal alternatifleri bastırabilmek adına bu kimliklere sığınıyor.
Neoliberal-postmodern ideologlarca sürekli parlatılan, yüceltilen bu “kültürel kimlikler” vasıtasıyla insanlar küreselleştirilip, sürüleştirilmiş tüketiciler haline getiriliyor. Nihayetinde insanlığın bütüncül birikiminden neşet eden tüm değer, kültür, ahlak ve sanatımız çağımızda giderek yozlaşan ve çürüyen kapitalist uygarlığın; insanı doğaya, topluma, kendine ve yaratıcısına yabancılaştıran akımları karşısında erimeye devam ediyor. Bu girdaptan kurtuluşun ancak fıtrata dönük, salim bir akılla ilahi mesaja kulak vermekle mümkün olabileceğini hatırlatmakla bitirelim inşallah. Allah’a emanet olunuz.