Geçmişten günümüze tarih ve milliyetçilik

Yasin Aktay, tarihte yanlış bilinen ve günümüze kadar gelen olayları ele alırken, Milliyetçilik söylemleriyle yalnızlaştırılan milletlerin durumunu sorguluyor.

Yasin Aktay/Yeni Şafak

Günümüze, yarınımıza doğru, küçük bir tarih turu

İçinde bulunduğumuz bölgede sular yine kaynıyor. Belki “Ne zaman duruldu ki?” diye sorulabilir ki, hiç de haksız bir tepki olmaz. Ama bu seferki kaynamalar, fokurdamalar, 1. Dünya Savaşı sonrasından itibaren kurulmuş olan, başka kılıflar ve örtülerle kamufle edilmiş, örtbas edilmiş bazı düzen ve tezgâhları açığa çıkarıyor, onlarla yüzleşmeye, hesaplaşmaya zorluyor. O gün tesis edilen düzen bin bir türlü yalanla, dolanla, ideolojiyle veya hikayeyle meşrulaştırılmıştır.

İşbaşına getirilen birçok işbirlikçi yöneticiler ülkelerinin işgalden kurtarıcı kahramanları olarak lanse edilmiş, tesis edilen düzenler de halklarının, milletlerinin, uluslarının şan ve şerefine layık ve onun bir eseri nizamlar olarak kabul ettirilmişti halklarına. Osmanlı’dan bağları kopartılarak tesis edilmiş Arap rejimlerinin hepsinin bayraklarının birbirinin aynısı olması elbette tesadüf değildir. Her birine daha özgün bir bayrak üretme zahmetine bile girilmemiştir.

Üç çizgi ve başındaki üçgen renklerinin her bir ülkede yerlerinin değişmesinden ibaret olan farklılıklar, hepsinin aynı kafadan, aynı mutfaktan, aynı projenin seri uygulamaları olarak ortaya çıkmış olmasından.. Bu çizgilerden veya ortasına yapıştırılmış yıldızlardan birisi mutlaka Osmanlı emperyalizminden kurtuluşu simgeliyordur

Araplara bu hikayeleri ezberletenler bize de Arapların bizi arkadan vurmuş olduğunu ve bizi terk etmiş oldukları hikayesini ezberletmişlerdir. Klasik ve aksine bugün de karşı-ezbere geçmiş bir vakadır bu.

Oysa Araplar bizi terk etmeden önce biz Filistin Cephesinden, arkamızda Nablus’u, Şam’ı, Humus, Hama ve Halep’i bırakarak bizim terk etmiş olduğumuza dönüp bakmayız bile. 500 yıl idare ettiğimiz (öncesinde de Abbasi ve Selçuklu dönemlerinde yine bir ve beraber olduğumuz) bu topraklardan 40 gün içinde çekilmemizin sonucu olarak Ürdün, Filistin, Lübnan, Irak ve Suriye birer Osmanlı toprağı olmaktan çıktı. Her şey tam da bu 40 gün içinde ve Osmanlı olarak bizim çekilmemizle oldu. Tabii bu 40 günün sonunda zaten bitme noktasına gelmiş olan savaşın mütareke anlaşması faslına geçildi.

Bu tarihe yakından bakıldığında görülecek en net şey bizi Arapların terk etmemiş olduğu, bilakis bizim Arapları terk etmiş olduğumuzdur. Çekilen ordularımız Humus ve Halep’te durmuş olsalardı, Misak-ı Milli davasına sadık olunup Kerkük ve Musul’dan vazgeçilmemiş olsaydı bugün Türkiye’nin çok farklı bir kaderi, coğrafyası ve demografyası olurdu. Bunun üzerinde durmaya değer, ama ne yazık ki, bunun ne kadar farkında olsak da bugün içinde bulunduğumuz gerçekleri değiştirmeye yetmez.

Suriye halkına empoze edilmiş olan Baas rejimi hesapta bir Arap milliyetçisi, hatta Arap ırkçısı bir rejimdir. Ama Arap ırkçısı olan bu rejimi tamamı Arap olan halkının yüzde 90’ı onaylamaz, o halka düşman, o halka rağmen cebren ve hile ile başta duran bir rejimdir. Osmanlı çekildikten sonra buraları istila eden sömürge ülkelerinin buralara reva gördükleri rejimlerdir bunlar. Tek misyonları Türklerle Araplar arasında hatta Arapların kendi aralarında yeniden bir siyasi birliğin tesis edilmesini engellemektir.

Mevzu aslında gerçek anlamda ne Arap Milliyetçiliği ne Türk Milliyetçiliğidir. Her ikisinin tek misyonu her birini yalnızlaştırıp izole edip kendi dar mecrasında boğmaktır. Arap milliyetçiliğinin gerçek bir karşılığı olsaydı bugün sayıları 500 milyonu bulan Araplar arasında oluşabilecek bir birlik dünya dengelerini kendi lehine değiştirirdi. Bir karşılığı olsaydı bugün İsrail diye bir devlet olmaz, olsa da bir yanıyla da Arap olan Filistinlilere bu soykırıma cesaret edemezdi.

Arap milliyetçiliğinin bir değeri olsaydı bugün Filistin meselesi bir yana mustarip olduğumuz Suriye olayları da bu noktaya kadar gelmezdi. Suriye’den Arap milliyetçisi bir rejimin zulmüyle tehcir edilen 12 milyon Arap, dünyanın her tarafında aşağılanarak, itilip kakılarak, zillet içinde bir hayata maruz bırakılıyor. Aslında Suriyeli sığınmacıların veya mültecilerin dünyanın her yanından maruz kaldıkları her türlü hareket doğrudan Arap milliyetçiliğinin dayandığı zemini yok ediyor. Suriye’den kaçmak zorunda kalan ve Arap olmayan başka ülkelere sığınmak zorunda kalan her Suriyeli, her Mısırlı, her Tunuslu her Yemenli, her Iraklı milliyetçiliği de elden bırakmayan Arap ülkelerine Lübnanlı sanatçı Julia Boutros’un diliyle “nerede milyonlar, nerede Arap Şerefi!” diye haykırıyor.

Tamamen aynı olmasa da bir benzerini Türk dünyası için de düşünelim. Bugün sayıları 300 milyonu bulan Türk varlığının bu kadar güçlü milliyetçi duygu ve söylemlerini daha güçlü bir siyasi, iktisadi işbirliği ve dayanışmaya dönüştürememelerinin hangi mazereti olabilir? Bu gücün gerçek bir karşılığı olsa bugün bırakın Müslüman ülkelerle girilecek başka dayanışmalarla yol açabileceği etkiyi, Çin’e karşı Doğu Türkistan davasının seyrini değiştirecek bir etkisi olmaz mıydı?

Araplar ve Türkler güçlerinin farkında mı değil yoksa o gücü kullanmayı engelleyen başka güçler mi var?

Milliyetçilik kendi milletinden olan insanları koruma, kollama, onları dünyada güçlü hissettirme yolunda bir güç ve eylem birliğine de götürmüyorsa nereye götürür?

Yorum Analiz Haberleri

Filistinli siyasetçi Netanyahu'ya: Esed'den sonra tek diktatör sen kaldın!
İran'ın enerji krizi, sanayilerin kapatılmaya zorlanmasıyla korkunç bir noktaya ulaştı
Suriye'nin Türkiye'den ve Arap ülkelerinden ne beklentisi var?
Adem Özköse: Suriye’de kendimi artık büyük bir hikayenin başlangıcındaymışız gibi hissediyordum
60 yıllık Baas sultasının izlerini silmek kolay olmayacak!