Bir çoğumuz kendi hayatlarımızdan biliriz.
Bir türlü yüzleşemediğiniz, yüzleşemediğiniz için de çözemediğiniz bir sorun; hayatınızdan çıkarıp atmak ve hiç yaşamamış gibi olmak istediğiniz bir zaman dilimi ya da kimsenin bilmesini istemediğiniz, tatsız kimi hatıralar... Siz unutmak istedikçe sizi esir alırlar. Siz küçülsün, önemsizleşsin istedikçe kendi çaplarını da aşan bir şekilde büyür, hayatınızın meselesi haline gelir, her adımınızda ayağınıza takılır; sizi tökezletir, düşürürler. Düşmanlarınız için, istedikleri zaman tekmeleyebilecekleri "yumuşak karnınız" olurlar. Ateşli gecelerinizde gördüğünüz kabuslar gibi katlana katlana, büyüye büyüye, üzerinize üzerinize gelir, sizi nefessiz, kıpırtısız, çaresiz bırakırlar.
Oysa bir cesaret, utanmayı sıkılmayı bir yana bırakıp, sorun neyse kendi içinizden çıkarıp orta yere koyabilseniz; ona, içinizdeki bir şeye bakar gibi değil de, sizden bağımsız, sizin dışınızda olan bir şeye bakar gibi bakabilseniz, birden çözümün o kadar da zor olmadığını, bunca yıl o kadar eziyeti boşuna çektiğinizi fark edeceksinizdir.
Ermeni meselesi bizim için tam olarak böyle bir kabus haline gelmiş durumda... İşte, İsveç Parlamentosu'nun soykırımı kararını kabul etmesiyle birlikte bir kez daha paniğe kapılmış durumdayız.
Ne konuyu kapatma, dünyaya unutturma, yok saydırma imkanımız var; ne de olup biten her ne ise çekincesiz bir şekilde ortaya serip tartışacak cesaretimiz...
Bu sıkışmışlık içinde, her Allah'ın günü, bu defa hangi taraftan darbe yiyeceğiz; hangi ülke parlamentosundan soykırımı yasası çıkacak diye elimiz yüreğimizde beklemekten yorgun düştük.
Kimileri "1915'te ne oldu" sorusunu tarihçilere havale ederek kurtulabilmeyi umuyor bu sıkışmışlıktan.
Oysa tarih, "1915'te ne oldu sorusu"na hiçbir zaman tek bir cevap veremez. Hiçbir tarihi olayda tek bir cevap vermediği gibi... Bütün mesele, farklı tarihçiler tarafından yazılmış farklı hikayelerin hepsinin ama hepsinin özgürce ortalıkta dolaşmasına ve bu hikayeler etrafında özgür tartışmanın sürüp gitmesine izin verilmesi, zemin yaratılmasıdır.
Tarihçiler karar veremez de parlamentolar verebilir mi? Yine hayır... Tarihi gerçekler parlamenterlerin oylarıyla da karara bağlanamaz. Herhangi bir tarihi olay herhangi bir parlamentonun yüzde 51'i öyle oy kullandı diye değişmez.
1915'te olup bitene bir isim koymak tarihin değil ama hukukun konusu olabilir elbette. Ne var ki, olayın hukuki boyutu da geçmişte çok tartışıldı. 1948'de yapılmış bir soykırımı tanımının 1915'te yaşanmış olan bir olay için kullanılamayacağı; 1948 sözleşmesinin geriye dönük olarak uygulanmasının hukukun temel ilkelerine aykırı olduğu genel olarak kabul gördü. Dolayısıyla bu yaranın kapanması için hukuktan da medet umamayız.
Bana kalırsa çözüm devletin özür dilemesi de değildir. Çünkü bu, devletin bir resmi görüş yerine bir başka resmi görüş geçirmesi anlamını taşır. Nasıl inkâr çizgisi bazı vatandaşların düşüncelerini temsil ederken bazılarını rahatsız ediyorsa, kabul edip özür dileme çizgisi de bazı vatandaşların duygularını temsil ederken bazılarını rencide eder.
Dolayısıyla doğru olan, devletlerin tarihi olaylar konusunda resmi görüşü olmamasıdır. Devlet her konuda olduğu gibi bu konuda da tarafsız, ideolojisiz ve fikirsiz olmalıdır.
Geriye kalıyor tek yol; devletlerin aradan çekilmesi; bütün yasakların, bütün kırmızı çizgilerin ve tabuların ortadan kalkması ve toplumların tarihçileriyle, sosyologlarıyla, hukukçularıyla, siyasetçileriyle, sanatçılarıyla birlikte serbest bir hesaplaşma ve yüzleşme sürecine girmesi...
Ama bilelim ki böyle bir hesaplaşma ve yüzleşme sürecinden asla tek bir ortak "karar" çıkmayacaktır. Her insan kendi vicdanıyla baş başa kendi "kararını" kendisi verecektir. Ve muhtemelen bu kararlar kullanılacak terminoloji ile ilgili -soykırımı mı, değil mi- olmayacaktır.
Çünkü aslında tıkanıklık 1915'te olup bitenlere isim koyamamaktan kaynaklanmıyor. Asıl sorunumuz bugün hâlâ 1915'te olan bitenler hakkında hissettiklerimizden kaynaklanıyor. Dünya bizden kendimizi cani gibi hissetmemizi beklemiyor ama biraz empati bekliyor. Dedelerimizin yaptıklarını hâlâ haklı mı buluyoruz? "Onlar da bizimkileri kesti" pişkinliği içinde miyiz hâlâ? "Savaş sırasında olur böyle vak'alar" vurdumduymazlığı içinde İttihatçıların suçlarının üstünü kapatmaya mı çalışıyoruz? Yoksa geçmişte yaşananlar hakkında samimi bir üzüntü, samimi bir kınama içinde miyiz?
İşte yasaksız, özgür bir tartışma ortamı içinde böyle bir ruhsal hesaplaşma sürecine girildiğinde, herkes yıllardır içinde biriken öfkeyi, sızıyı ya da pişmanlığı ortaya döktüğünde sonuçta bütün vicdanlardan aynı karar çıkmaz belki ama bütün vicdanlar eskisinden daha huzurlu olur ve geçmişte olup bitene ne isim konduğu bugünkü kadar önem taşımaz.
BUGÜN